26 Aralık 2008 Cuma

GEBE


Suç yok, suçlu yok. ..Ya sen düş ya da ben.

Bir bebeğin gelişimini izliyorum fosur fosur sigara içen annesinin karnından. İç sızlatan yarım gülüşle selamlıyor... Acıyorum. Damarlarına işlemiş, hazırlıksız annelik içgüdüsü, kaybedilmiş kardeş, baba açığı. Son sözü söylemek neye yarar bu sızlayan, sızlatan beyinciğe. Neden suçluluk duyuyorum ondan fazla, ondan fazla hazırlıksız çocuğa. Neden ben sancıya, o bebeğe gebe?

24 Aralık 2008 Çarşamba

Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer


Amfide ders işliyoruz. Dersi anlatan kişi öyle böyle değil, okulun en çaktı mı oturturumlarından. Biz sınıfta el pençe divanken, bir hışım kapı tıklanmaya bile gerek duyulmadan, ben diyeyim erosun ta kendisi, siz deyin önüne pankart asılı çıplak öğrenci, dalıverdi sınıfa. Sınıftan çıt çıkmadı. Ne bir gülüşme ne de hocanın beklenen sert çıkışı. Mücadelesini kendi çapında vermeye çalışan arkadaşın pankartında ne yazdığını şahsen ben görmedim, sınıftakilere sordum onlarda görmemiş. Oysa ki pankartı dikkatlerin yoğunlaşacağı bir merkezde tutsaydı belki…. Zahir bunu düşünememiş, neticede orası bir sanat okulu ve çizim yapan birinin çıplak insanı garip karşılaması gibi bir durum söz konusu olamaz, olmamalı. Bizimki de bir nevi Hipokrat yemini diyelim (mi?).

Vincent van Gogh’un, bir zamanlar kendisi için modellik yapan bir kızı hamile bıraktığı söylentiler arasındadır. Hatta Katolik rahipler bir dönem van gogh’a modellik yapılmasını bile yasaklamışlar. Ne olursa olsun, ben hep sevmişimdir van Gogh’u. Kulağını kesip bir fahişenin eline tutuşturmasından ziyade, sevdiği zaman ne derece tutkulu olduğunu bilmek daha çok etkilemiştir beni. Bir de hastalığının etkisiyle sarı rengine olan düşkünlüğü.


Yaşamı boyunca başarıyı elde edemeyen, kendini yetersiz hisseden, yalnızlık çeken van gogh, kardeşinin desteğiyle ayakta kalmaya çalışmış, gelen parayı boyaları ve diğer malzemeleri için harcayıp açlığı tercih etmiş. Ne azim. Belki de bu nedenle yoksulları çizmeyi hep çok sevmiştir. Vincent van Gogh, kardeşine yazdığı bir mektupta “Böyle devam ederse hedefime varamayacağım. Bu kadar uzun zaman aç kalmasaydım bünyem daha kuvvetli olurdu. Fakat her seferinde daha az çalışmak ya da aç kalmak şıklarından birini seçmem gerektiğinde ben hep aç kalmayı tercih ettim. Bir insan buna nasıl dayanabilir? Açlığın etkisini resimlerimde öylesine görebiliyorum ki geleceğim için kaygılanıyorum. Kısaca sanat uğruna hayatımı tehlikeye atıyorum ve bu yüzden aklımın yarısını yitirdim" diye yazmıştır. Şimdilerde ise sadece bir tablosunun bile paha biçilmez olduğunu düşününce, durum gerçek bir ironiye dönüşüveriyor.

Aşık olmuş. İlk aşk onu fazla hırpalamış, oda kendini dine ve resme daha çok vermiş. Sonra Dul kuzenine gönlünü kaptırmış, ona aşkını sunmuş fakat karşısında “hayır asla” diye yanıt almış. Bir zaman sonra hayatına bir fahişe, bir zaman sonra da intiharı bile göze alan komşunun kızı girmiş. Para da zaten büyük hüsranlar yaşayan Vincent van Gogh, aşk konusunda da şans yolunu bulamamış.

Bir sabah uyanmış, resim malzemelerini de alıp tarlaya doğru yürümüş, kalbine bir el ateş etmiş fakat bu konuda bile şansı yaver gitmemiş. Kurşun ıskalayıp ciğerini delince 2 gün süren acılı bir ölüm olmuş. Kardeşinin kollarında ölüme yol alırken, söylediği son söz “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer” olmuş.

21 Aralık 2008 Pazar

YAMA

Yıl milyon. En sevdiğim arkadaşım Aylin’in aksanını taklit ederek konuşmaya çalışıyorum. Taktığı haçın boynunda ne kadar güzel durduğunu düşünüp 18’i doldurur doldurmaz dinimi değiştirmek ve o kolyeden almak niyetim. Ne yediğimiz ayrı, ne de içtiğimiz... Evlerinden eksik olmayan anason kokusu hala burnumda. O zamandan beri sevmiyorum anasonun keskin kokusunu... Yolda terennüm ederek dolandığım bir vakitte, üstümde kocaman bir gölge beliriveriyor birden. Aylin’in annesini hep böyle kocaman bir gölge olarak algılıyor nedense zihnim. Zahir, selamlaşmaya üzerime böyle hışımla geliyor demeye kalmadan, kolumdan sıkıca tutup, iri memelerine hizalıyor gözlerimi. Her yanım zangırdarken söylediği hükümran lakırdılar, büyük bir uğultu halinde sarıyor beynimin her köşesini. Aylin’in sadece Ermenilerle arkadaşlık etmesini istediğini biliyordum, anlam veremiyordum ama biliyordum. Yine de bana imtiyaz tanınacağından şüphem yoktu. Ama yanılmıştım. Bir daha görüşemedim Aylin’le. O benden daha cesur çıkıp ara sıra aradı, bense var gücümle heyula gölgeden kaçtım.

Varsın benim gönlümü almak için milyonlarca imza atsın Aylin’in annesi. Ne o değişir benim gözümde ne de ben onun gözünde. Lakin yaşananlar insanın içine mıh gibi işler. Yıllarca garipsediğim, anlam veremediğim yaralayan tavrın bana en büyük getirisi, ırkçı zihniyetin nelere mal olabileceğini erken yaşta kavramak oldu, işte bu yüzden Ermenileri büyük birer gölge saymak yerine hepsini birer Aylin görmeyi yeğledim. Çözüm olacağını bilsem atarım belki imzayı, imza atanlara da laf edemem ama ben çoğumuza verilen yamalı bilgilerle dolu zihnimi kimseye karşı da kullanamam. Ben bir tek gözümün önünde cereyan edeni bilirim. Yerde sere serpe uzanan bedeni bilirim. İşte bu yüzdendir ki, asıl özrü dilemesi gerekenin ben olmadığımı da bilirim.

17 Aralık 2008 Çarşamba

10 Numara- http://www.sockandawe.com/

Önce birinci Türk yapımı ayakkabı. Yok olmadı. Ha gayret bir daha. Yok o da olmadı. Oysa nasılda bekledik alnının çatısından gelecek o çotanak sesini. Şaşılası refleks. O ayakkabılar bana atılsaydı kesin ikisi de kafamı yarmıştı.

Nefret edildiğinin farkında, o ayakkabının kafasına neden atıldığının da. Fakat bu durum sonrasında dahi, “ayakkabı 10 numaraymış” diye espri yapabilecek kadar da pişkin. Muntazar El Zeydi, şimdi bir taraftan dünya kahramanı ilan edilip Kaddafi’nin kızı tarafından ödüllendirilirken diğer bir yandan götürüldüğü yerde, kaburgası kırılan ve bacağı sakatlanan bir et parçasından ibaret. İşin garibi, Bush’un korumalarının değil de Irak başbakanı Nuri El Maliki’nin korumaları tarafından dövülmesi ve Bush’un korumalarının Malikinin korumalarına “vurmayın” uyarısında bulunmaları. Kendini teslim etmiş, her tarafı yıkık dökük bir ülkenin, sağlam kalan tek duvarı sanki Muntazar El Zeydi.


Ayakkabı fırlatmak; vücudundaki en aşağı uzuvla bir tuttuğunun göstergesiymiş. Evin içinde koşuşturan yaramaz çocuğa uzun koridordan fırlatılan terlikler gibi. Peki ya şimdi ne olacak? Basın toplantılarına girerken ayakkabılar mı çıkarılacak?.

5 Aralık 2008 Cuma

Samuray...


Şu sıralar ciddi uykusuzluk problemi çekiyorum. Bütün gün avare başım hiçbir şeyi umursamazken gece olunca hortlayan düşünceler sarıyor zihnimi. Öyle büyük, ülkeyi nasıl kurtarabilirim düşünceleri falan da değil hani. Mesela dün gece eve bir hırsız girse nasıl tepki veririm gibi gereksiz bir konuyu düşünürken sabaha karşı sızmışım. Rüyamda sanırsınız ki ben olmuşum bir Tomoe Gozen. Bizim kapının önünde gecenin bir vakti geleni geçeni deşiyorum. Bir ara bu samuray kıyafetleriyle çay falan demliyorum sonra yine kapının önüne geçip merdivenleri tırmananları doğramaya devam ediyorum, bizim beyde güya içerde pijamalarıyla tv izliyor.
Artık hakkımda hayırlısı...