28 Haziran 2009 Pazar

5 -1= 4 Jackson

25 haziran benim doğum günüm. Bu en bi bunalımlı zamanımda en bi güzel vakitleri geçirip günün sonuna gelmiş, yaş krizimi sorunsuz atlattığımı düşünmeye başlamıştım ki
michael jackson'nın ölüm haberiyle resmen yıkıldım. İlla bana geçmiş için üzülmem gereken bir yol bulur şu 25 haziran.

20 Ocak 2009 Salı

ÖLÜM MELEĞİ

Kimsenin kanayan yarasına bakamam, ya da sahada sallanan bacağa ya da her an surata patlayacakmış izlenimi veren sivilcelere... Doktorların nasıl olup da kırılan bir kolu çotanak ve çığlık sesleriyle yerine oturttuklarını (ki bu acıyı çok iyi bilirim) ya da otopsi yaparken sanki tavuk terbiye ediyorlarmışcasına rahat oluşlarını aklım hayalim almaz. Doktorlar benim gözümde küçük yaşlardan beri görüldüğü yerde topuk kıça değecek surette kaçılacak, tok sesli, öss’nin medarı iftihar’ı kimselerdir.

Doktorlar aleminin bildiğim en sadisti, bir dost sohbeti sırasında namını duyduğum, güler yüzlülüğüyle tanınan, Dr Joseph Mengele. Tıbbi sorumlu olarak görev aldığı ve kısa zamanda çalışkanlığıyla da dikkat çeken Mengele, AUSCHWITZ Nazi kampındaki tutsakların, ölüm fermanını veren kişi. İşe yarayanlar diye bir kenara ayırdıkları, zulmünden kurtulduklarını sanadururken, işe yaramayanlar gaz odalarına ya da ocaklara gönderilirmiş. İşte bu yüzden kamptakiler ona “ÖLÜM MELEĞİ” adını vermişler .



Mengele’nin caniliği bununla kalmıyor elbette, Mengele’nin asıl tüyler ürperten ünü, tutsaklardan bazılarını kobay olarak seçip, narkozsuz, canlı canlı kesip biçmesi ve insanın acıya dayanıklılığını, sınırlarını ölçmeye çalışması. Soğuk hava da buz dolu küvete çırılçıplak sokup, donmadan önce ne kadar dayanabildiğinden, insanların göz rengi değişir mi acaba diye, göze kimyasal enjekte etmesine, yeni doğmuş bir bebeğin ne kadar süre aç kalabileceğine kadar sadistçe uygulanacak bütün deneyler. Mengele’ nin elinden en çok çekenler ikiz çocuklar ve cüce'ler olmuş. İkizlerin kanlarını birbirleriyle değiştirip dikmesinden tutunda, cücelerin boyunu uzatabilir miyim diye aletlerle iki taraflı çekiştirmesine kadar denenen zalimlikler…




Yaptığı deneyler modern genetik bilimine fazlasıyla faydalı olmuş. Savaştan sonra uzun süre kaçak olarak yaşamış. Ve bir gün denizde felç geçirip, boğularak ölmüş.


7 Ocak 2009 Çarşamba

Mektup



Küçük, karanlık salonda dinlediğimiz şarkıları hatırlıyorum. Sezen Aksuya benzer dudaklarını büzüştürerek eşlik edişlerini, o minicik alanda üçümüzün komik dans hallerini. Sanki dün gibi. Şimdi daha net her şey, sanki daha bulanık. Çocuk olamadın biliyorum. Hakkında yoktu sanki. Seninle uzun kahkaha krizlerini yaşamayalı ne de uzun zaman oldu. Hikayeler çoğaldı, çoğu unutuldu. Hiç aklımıza getirmedik ki kötüyü. Şimdi seni düşününce vücudumun orta yerinde çatırtılar duyuyorum. Kulaklarımı tıkadıkça, içimdeki ses çığlıklaşıyor. Yanına gelemiyorum, sanki elimin titrediğini, sık yutkunuşlarımı sezivereceksin. Bencillik bu, biliyorum.

Bir gün sana "annen neden terk etmiş seni? Ben olsam affetmezdim” demiştim ya hani. Sen yine bir anda büyüyüp “ belki de gitmek zorundaydı” demiştin. Ben sana sarılmıştım, sense burnunu çekmiştin.

Hastalığını ilk duyduğunda salonda babamın hıçkırıkları yankılanmıştı ya, ben yinede toz konduramamıştım sana. Sen o kadar güçlüydün ki gözümde, kanser sana zarar veremezdi asla. Seni o halde ilk gördüğüm gün boğazımda tuttum düğümü. Şimdi kocaman ve hala orada. Sen yine büyüdün bir anda, bir gülücük çaktın “iyiyim, çok iyiyim” dedin. Bu kez sana sarılamadım. Uzaklara gittin, “Benim başıma geleceği hiç aklıma gelmezdi” dedin. Ben, yine düğümlendim.

Meğer anılarım senmişsin. O yüzden mi kaçışım?. Bencillik bu, biliyorum.

Duydum, ilk kez ağlamışsın. Benim boğazım düğüm.


Şimdilerde ise bir dua alanı burası. Medet uman eller en tepede. Teselli ettim herkesi, bir kendim kaldım. Şimdi sağ yanım titrek, boğazım düğüm.

26 Aralık 2008 Cuma

GEBE


Suç yok, suçlu yok. ..Ya sen düş ya da ben.

Bir bebeğin gelişimini izliyorum fosur fosur sigara içen annesinin karnından. İç sızlatan yarım gülüşle selamlıyor... Acıyorum. Damarlarına işlemiş, hazırlıksız annelik içgüdüsü, kaybedilmiş kardeş, baba açığı. Son sözü söylemek neye yarar bu sızlayan, sızlatan beyinciğe. Neden suçluluk duyuyorum ondan fazla, ondan fazla hazırlıksız çocuğa. Neden ben sancıya, o bebeğe gebe?

24 Aralık 2008 Çarşamba

Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer


Amfide ders işliyoruz. Dersi anlatan kişi öyle böyle değil, okulun en çaktı mı oturturumlarından. Biz sınıfta el pençe divanken, bir hışım kapı tıklanmaya bile gerek duyulmadan, ben diyeyim erosun ta kendisi, siz deyin önüne pankart asılı çıplak öğrenci, dalıverdi sınıfa. Sınıftan çıt çıkmadı. Ne bir gülüşme ne de hocanın beklenen sert çıkışı. Mücadelesini kendi çapında vermeye çalışan arkadaşın pankartında ne yazdığını şahsen ben görmedim, sınıftakilere sordum onlarda görmemiş. Oysa ki pankartı dikkatlerin yoğunlaşacağı bir merkezde tutsaydı belki…. Zahir bunu düşünememiş, neticede orası bir sanat okulu ve çizim yapan birinin çıplak insanı garip karşılaması gibi bir durum söz konusu olamaz, olmamalı. Bizimki de bir nevi Hipokrat yemini diyelim (mi?).

Vincent van Gogh’un, bir zamanlar kendisi için modellik yapan bir kızı hamile bıraktığı söylentiler arasındadır. Hatta Katolik rahipler bir dönem van gogh’a modellik yapılmasını bile yasaklamışlar. Ne olursa olsun, ben hep sevmişimdir van Gogh’u. Kulağını kesip bir fahişenin eline tutuşturmasından ziyade, sevdiği zaman ne derece tutkulu olduğunu bilmek daha çok etkilemiştir beni. Bir de hastalığının etkisiyle sarı rengine olan düşkünlüğü.


Yaşamı boyunca başarıyı elde edemeyen, kendini yetersiz hisseden, yalnızlık çeken van gogh, kardeşinin desteğiyle ayakta kalmaya çalışmış, gelen parayı boyaları ve diğer malzemeleri için harcayıp açlığı tercih etmiş. Ne azim. Belki de bu nedenle yoksulları çizmeyi hep çok sevmiştir. Vincent van Gogh, kardeşine yazdığı bir mektupta “Böyle devam ederse hedefime varamayacağım. Bu kadar uzun zaman aç kalmasaydım bünyem daha kuvvetli olurdu. Fakat her seferinde daha az çalışmak ya da aç kalmak şıklarından birini seçmem gerektiğinde ben hep aç kalmayı tercih ettim. Bir insan buna nasıl dayanabilir? Açlığın etkisini resimlerimde öylesine görebiliyorum ki geleceğim için kaygılanıyorum. Kısaca sanat uğruna hayatımı tehlikeye atıyorum ve bu yüzden aklımın yarısını yitirdim" diye yazmıştır. Şimdilerde ise sadece bir tablosunun bile paha biçilmez olduğunu düşününce, durum gerçek bir ironiye dönüşüveriyor.

Aşık olmuş. İlk aşk onu fazla hırpalamış, oda kendini dine ve resme daha çok vermiş. Sonra Dul kuzenine gönlünü kaptırmış, ona aşkını sunmuş fakat karşısında “hayır asla” diye yanıt almış. Bir zaman sonra hayatına bir fahişe, bir zaman sonra da intiharı bile göze alan komşunun kızı girmiş. Para da zaten büyük hüsranlar yaşayan Vincent van Gogh, aşk konusunda da şans yolunu bulamamış.

Bir sabah uyanmış, resim malzemelerini de alıp tarlaya doğru yürümüş, kalbine bir el ateş etmiş fakat bu konuda bile şansı yaver gitmemiş. Kurşun ıskalayıp ciğerini delince 2 gün süren acılı bir ölüm olmuş. Kardeşinin kollarında ölüme yol alırken, söylediği son söz “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer” olmuş.

21 Aralık 2008 Pazar

YAMA

Yıl milyon. En sevdiğim arkadaşım Aylin’in aksanını taklit ederek konuşmaya çalışıyorum. Taktığı haçın boynunda ne kadar güzel durduğunu düşünüp 18’i doldurur doldurmaz dinimi değiştirmek ve o kolyeden almak niyetim. Ne yediğimiz ayrı, ne de içtiğimiz... Evlerinden eksik olmayan anason kokusu hala burnumda. O zamandan beri sevmiyorum anasonun keskin kokusunu... Yolda terennüm ederek dolandığım bir vakitte, üstümde kocaman bir gölge beliriveriyor birden. Aylin’in annesini hep böyle kocaman bir gölge olarak algılıyor nedense zihnim. Zahir, selamlaşmaya üzerime böyle hışımla geliyor demeye kalmadan, kolumdan sıkıca tutup, iri memelerine hizalıyor gözlerimi. Her yanım zangırdarken söylediği hükümran lakırdılar, büyük bir uğultu halinde sarıyor beynimin her köşesini. Aylin’in sadece Ermenilerle arkadaşlık etmesini istediğini biliyordum, anlam veremiyordum ama biliyordum. Yine de bana imtiyaz tanınacağından şüphem yoktu. Ama yanılmıştım. Bir daha görüşemedim Aylin’le. O benden daha cesur çıkıp ara sıra aradı, bense var gücümle heyula gölgeden kaçtım.

Varsın benim gönlümü almak için milyonlarca imza atsın Aylin’in annesi. Ne o değişir benim gözümde ne de ben onun gözünde. Lakin yaşananlar insanın içine mıh gibi işler. Yıllarca garipsediğim, anlam veremediğim yaralayan tavrın bana en büyük getirisi, ırkçı zihniyetin nelere mal olabileceğini erken yaşta kavramak oldu, işte bu yüzden Ermenileri büyük birer gölge saymak yerine hepsini birer Aylin görmeyi yeğledim. Çözüm olacağını bilsem atarım belki imzayı, imza atanlara da laf edemem ama ben çoğumuza verilen yamalı bilgilerle dolu zihnimi kimseye karşı da kullanamam. Ben bir tek gözümün önünde cereyan edeni bilirim. Yerde sere serpe uzanan bedeni bilirim. İşte bu yüzdendir ki, asıl özrü dilemesi gerekenin ben olmadığımı da bilirim.