29 Kasım 2008 Cumartesi

Ne garip

Kafasında kulaklarını örtmeyecek kadar minik, koyu lacivert yünden bir bere, üzerinde tek cebinin kenarı sökülmüş açık mavi üniforması, dudağını yukarıya kaldırdığında sanki ince bıyığı bağımsızmışcasına hareket eden, bir elinde uzun saplı çalı süpürgesi diğer elinde yine uzun saplı faraşıyla bekleme salonun kapısının önünde beliriverdi. Suratında nedeni anlaşılmaz şaşkın bir ifadeyle sanki gözümü açıp kapamam esnasında, sanki ışınlanmışcasına oturduğum bankın yanında bitti.

Yanımdaki çerçöpü süpürürken ayaklarımı kaldırmamı dillendirmeye bile gerek duymadan süpürgesiyle itekleyince, annemin verdiği bir telkinmişcesine kaldırıverdim ayaklarımı. Sinirini süpürgeyle faraştan çıkarıyordu sanki. Gözlerimi elimdeki kitapta sabitleyemediğimi anlayınca farkında olmadan yüzünü incelemeye koyuldum. Özellikle yukarıya doğru kıvrılmış gibi kaşları, kavisli bir burnu ve sanki birazdan aşağıya düşecekmişcesine çenesinden sarkan bir et beni vardı. Sürekli kafasını duvar tarafına çevirip, birine birşey anlatıyormuşcasına uzun süre sabitliyor sonra da "boşver" dercesine kafasını iki yana savurup süpürgeyle kavgasına devam ediyordu. Bir anda göz göze geldik, hemen kafamı çevirsemde ilgili olduğumu anlamışcasına gür sesiyle adeta kükreyerek " Her yeri bok götürüveriyo, daha yeni temizleyiverdiydim. Ben bunları kimler yapıvedi biliyom. Yukardan geliveriyo bunlar" demesiyle benim yanımdaki kadının iğreti bakışlarına rağmen yamacına sokulmam bir oldu. Elindeki süpürgeyi tavana uzatıp, yanıp yanmamak arası florasanın yanındaki deliği gösterdi. Delikten aşağıya iki tane koplo uzanıyordu. Hipnoz olmuştum sanki. Kendimi görmemem gereken bir cinayeti dikizliyormuş gibi hissediyor kafamı diğer tarafa bir türlü çeviremiyordum. Bana gözlerini dikti ve "Bu delik nerden çıktı?, onu de sen bana hele, bunlar hep geliverirler, işleri güçleri benle" deyip, bir hışım sanki geldiği karanlığa geri dönecekmişcesine önce kapının ağzında bir süre bekleyip, koyboluverdi.

Var-olmak

Bir sebebi olmalı mı varolmanın?. Yani sabah kalktım, yüzümü yıkadım, çocuğu- kocayı doyurdum, işime gittim, eve geldim, ve yine….

Bu mudur? Ne bileyim tarihe falan geçmeyecek miyim?, bir şey icat etmeyecek,dünyayı keşfetmeyecek, ideallerimin peşinden gidemeyeceksem bir mantığı kalır mı varolmanın?. Ben olmasam, biz olmasak doğanın dengesi bozulur mu hakikaten?

Çoğumuz zaman doldurmak için buradayız sanki. Bir zaman büyümeye, bir zaman sevmeye, bir zaman bebelere, bir zaman emekliliğe, bir zaman sonra da ölmeye endeksli yaşamlar sinsilesi.

Belki de en iyisi hedefleri kısıtlı tutmak. Ne kadar az ideal o kadar az hayal-hayat kırıklığı. Ortahalli koca, tv önüne koymak için çeyizde hazır edilen dantel, böğrümüzde bebe…

24 Kasım 2008 Pazartesi

DOKUNMAA!


Çoğu zaman işlenen günahların bedelinin yaşamın herhangi bir anında bizi gelip bulacağına inananlardanım. Fukaranın ekmeği umut etmek misali reenkarnasyon kulağıma hep mantıklı gelmiştir aslında. Ruh göçü varsa şayet ki pek de insanın kendini kaptırmamasında fayda var, acaba geride bıraktığı hayatın ceremelerini mi çekiyor insan?. Eğer öyleyse ben Hitler’in falan akıbetini düşünemiyorum açıkçası. He yok isteğe bağlı falansa bir daha ki sefere ben, havyarı kiloyla satın alabilengillerden olmak istiyorum mümkünse.

Hindistan’da malumunuz inançları gereği reenkarnasyona inananlardan. Buradaki reenkarnasyon, akıllının kendine uydurduğu bir sistemden ibaret oluş hali . Ülkede Kast sistemi mevzu bahis. Merdivenin en üstünde brahmanlar salınadururken, en aşağı tabaka olarak addettikleri kişileri de mundar (kirli, pis) olarak damgalıyorlar. Aslında Kast’tan bile sayılmıyorlar. Onlara dokunmaktan hoşlanmadıkları için dokunulmaz (dalit) diyorlar.. Peki neden mi dokunulmazlar? Çünkü ten renkleri diğerlerine göre daha koyu ve onlar kimsenin yapmak istemediği işleri yapmakla mükellefler. Tuvaleti temizleme, hayvanlara bakma, ölenlerin gömülme işlemleri gibi Hinduların iğrendiği işler. Sistemin üstünde yer alanlara göre, ayy pardon, inanışa göre; dokunulmazlar önceki hayatlarında işledikleri günahların cezalarını çekiyorlar, eğer itaat etmezlerse bir dahaki yaşamlarında hayvan ya da sakat olarak doğacaklarına inandırılmışlar. Yani müstahaklar.

2001 yılında ırkçılık konusunu gündeme getiren dünya konferansı, Hindistan’daki kast sisteminin de ırkçılıktan ibaret olduğunu savunmuş savunmasına da, Hindistan hükümeti çirkefleşmiş, iddiayı reddedip üstüne bir de dokunmayın benim kültürel yapıma diyerek kendini haklı çıkarmayı başarmış. Neticede duruma eyvallah denmiş. Ve yine aynı zihniyet, dalit’lerin gölgelerinin bile üzerlerine gelmesini “kirlenme” olarak değerlendiriyor, neredeyse her gün bir daliti öldürüyor, "dokunulmaza" tecavüz edip, evini yakıyorlar. Ne var ki "dokunulmazların" dava açma hakları da maalesef yok.

Hindistan’da yaşayan dokunulmazların toplam sayısı, İngiltere, Fransa, Belçika ve İspanya’nın toplam nüfusunu aşıyor. Bazı dalit’ler bu insanlık dışı yakıştırmadan kaçmaya çalışıyor, dinini değiştiriyor, göç ediyor.

21 Kasım 2008 Cuma

Benim İsmim...

Çoğu kadın dişiliğin getirisi midir bilinmez, henüz karşısına bir talip çıkmış olsun ya da olmasın, ilerde doğacak çocuğuna beğendiği isimlerden bir liste hazırlamıştır bile. Çünkü gelecekte çocuğun üzerinde bırakacağı intiba çok önemlidir. İsim deyip geçmemeli, lakin altında yatan manaları göz ardı etmek mümkün değil nitekim isminiz ilahi bir alıntıysa siz dini bütün bir aileye mensupsunuz yok eğer 1980 darbesinde dünyaya gelmişseniz o zaman durum daha vahim çünkü büyük ihtimalle adınız ömür boyu o felsefeyi temsil edecek demektir. Ben de ismiyle müsemma sınıfa dahil olanlardanım. Adımın aslında sadece bir isimden ibaret olmadığını ortaokulda fen hocasının yoklama yaparken beni ayağa kaldırıp, “senin baban Darvin’e mi inanıyor bakiyim? Çok, çok günah” diye coşup beni azarlamasıyla anladım. Ben sırada şaşkın, bana gözlerini dikmiş bakan arkadaşlar benden daha da şaşkın (ki büyük ihtimalle babamı uzunca bir süre Amerikalı falan sandılar), “valla da billa da o dediğiniz adamı tanımıyorum” diyemeden yerime oturtuldum. Sonunda beklenen oldu, kızların bacaklarına ağzı açık bakmakla ün salan ama adımı duyunca şahlanan şahsiyet beni hep ikmale bıraktı, süründürdü. Mezun olurken bile önce bacaklarıma baktı sonra da suratıma küfür eder bir üslupla “ismini değiştir başına çok dert açar” diyerek diplomamı uzattı.

Yine de her konuda olduğu üzere isimleri de zamana uydurmakta fayda var. Şimdilerde konulacak ismin caiz olanı, sonuna bir “can” efendime söyleyeyim bir “naz” ekleneni. Tercihen çok uzun olmamalı, tezahürata uygun olmalı, dede isimleri özellikle de loğusa bir kadına asla teklif edilmemeli ve Türkçe karakter bulundurulmamalı.

İsim olayının en enteresan tarafı,hayatta en fazla sahip olduğumuz ama bi o kadar da en az telaffuz ettiğimiz başka bir kelime daha olmayışı.

Şerpalar, Everest civarında ki dik yamaçlarda yaşayan bir küçük halk. Çocukları doğduğunda öyle isim aramakla falan uğraşmıyorlar. Çünkü çocuklarına doğdukları günün adını veriyorlar. Pazar günü doğmuş bir Şerpa iseniz, adınız Nima olabilir, Pazartesi günü doğmuşsanız Dawa, Salı ise Mingma, Çarşamba Lhakpa, Perşembe Phurba, Cuma Pasang ve Cumartesi Pemba. Tabi bu durum zaten küçük olan yerleşimde nasıl bir karmaşaya yol açıyor orası da muamma.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Bu dağ...başka


Bundan sanırım 10 yıl kadar önce çıktığımız tatilde ayağımızda plaj terliklerimizle, trekking yapmaya karar verdik. Ben her seferinde bir tepede asılı kalıp birinin beni kurtarmasını bekledim. Yılmadım, düşe kalkada olsa tırmanmaya devam ettim. Nihayetinde görmeyi sabırsızlıkla beklediğim bir şelale vardı. Beklediğimin aksine tırmanış tam bir kabustu. Sulardan fırlayan kurbağalar mı dersiniz, ıslanmış plaj terliğiyle tepeciklerden düşme riski mi? hepsini kalbim ağzımda yaşadım. Bu kadar badireden sonra tek tesellim muhteşem manzarada durup, -bunun bir de inişi var, diye içten içe kendimi yediğim lakin yiğitliğe de b.k sürdürmemek uğruna zoraki gülümseyişimle çektirdiğim resimlerdi, ama resimlerin filmleri yanınca bu da hafızamda yer eden bir anı olmaktan öteye gidemedi. Ne yapalım? Bir daha zaten o tepelere kimse beni çıkaramaz hadi çıktım diyelim, küresel ısınmanın gürül gürül akan şelaleyi ne hallere düşürdüğünü görüp, kafa, göz yarma dışında bir de bunalıma girecem. Ona da değmez.

Bazı okulların dağcılık kulübü olur ki ben o kulübe üye olan her bir bireye hastayımdır. Bu tipler ne hikmetse hep bir pigme ebatlarında olup, arkalarından bakıldığında yürüyen çanta izlenimi veren akıllı, cesur, genelde saçlarının rastalı olmasındanmıdır nedir, bende bitli izlenimi uyandıran insanlardır. Korku nedir bilmezler. Ben daha balkonun kenarında durmaya korkarken onlar en tepeye çıkabilme telaşı içerisindelerdir. Kıç kadar çadırlara sığabilir, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde deliksiz uykular çekebilirler. Gelin görün ki; -bunlar beni kesmez. Kuru dağa çıkmak kolay, püsküreni yok mu bunun diyen süper zihniyet, büyük fotoğrafçı Carsten Peter ve tırmanış arkadaşı Chris Heinlein aktif kraterlere çıkmayı hobi haline getirmişler. İşte kiminin fobisi kiminin hobisine bu şekilde dönüşebiliyor demekki. Bu çok kırılgan ve dengesiz olan dağ Tanzanya da bulunuyor adı Ol Doinyo Lengai. Bu yanardağ aynı zamanda bilim adamlarının da ilgi odağı çünkü dünyada bilinen tek karbontatit püskürten aktif yanardağ. Karbontatit denilen şey ise bildiğimiz karbonat ya da kireç işte. Bu durumu, şu küçük ve önemsiz cümleyle özetlemiş kendileri - Bunu sakın evde denemeyin... Zaten bende sağlam kafa o tepelere çıkılmaz diye düşünmüştüm.
- efem, evimiz iki oda bi salon olup küçük tuvalette bir de aktif yanardağımız bulunmaktadır.
- oh ohh ne güzel...

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kazanan hepsini alır


Börülce mısır patlatır, ben kola’ları hazırlar elimden bir kaza çıkmamasına (sakarlık konusunda hatırı sayılır bir üne sahibimdir) dikkat ederim. Bütün keyiflikler paşaların önüne geldi miydi kenarda tutulan birkaç film arasından seçimler yapmaya başlarız. Biz, beylerin deyimiyle “kız filmi” izlemeyi önerir ama sonra beyler üzülmesin, ağlamasın, gönülleri olsun diye, yarısında uyuya kalınan filmlere eyvallah deriz. Her zamanki gibi Cumartesi akşamı olağan sinema kurulu bir araya geldik ve bu sefer de bir “kız filmi” izlemeye karar verdik. “Mamma Mia”. Çok çok sevdim bu filmi. Çok güldüm, biraz ağladım, sanki bizim dönemin şarkılarıymış ve ben 1970’lerde, kıçımda ispanyol paça pantalon, bu grubun şarkılarıyla çok şey yaşamışım gibi dağılmalarına ve bir daha bir araya gelmeyeceklerine içlendim. Oysa ortaokul zamanlarımda ablam “The winner takes it all” eşliğinde henüz idrak edemediğim aşklarını, özenle sakladığı ve benim eninde sonunda bulup okuduğum günlüğüne yazarken,ben de bi kenarda “amma da bağırırak söylüyor” diye ergen ablaya bulaşmamaya çalışarak sabırla bitmesini beklerdim. Meğer bu şarkıyı anlamak için büyümek, aşık olmak, günlük tutmak gerekiyormuş. Film bittince dans etmek, Yunanistan’da yaşamak, Abba albümlerini hatmetmek geliyor insanın içinden. Şimdiden uyarayım.

14 Kasım 2008 Cuma

Kriz

Çalışanlar bir nebze daha sakiniz alacaklarını tahsil edip borçlarını ödemeye çalışan patronlarımızdan. Ben biraz daha celalli, elimde bir steteskob, iç gürültülerini dinliyor en ufak bir anormallik sezdim miydi hemen, -acaba bizi işten çıkaracaklar mı? diye endişelenip gerip, geriliyorum. Maalesef eşim benden daha şanssız. Krizin ilk dönemlerinden nasibini alanlardan. Kiminle konuşsam aynı panik hali. Bazı şirketler işten kriz bahanesiyle çıkardıkları elemanların yerine yeni elemanlar alıyorlarmış. Kimilerinin işine gelecek derken haklılarmış meğer.Gerçi evine ekmek götürmek zorunda olan adamı işten çıkaran zihniyete daha çok laf etmek isterim ama ağzım dolu… yazamıyorum. Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki bu hastalığın sancıları çok can acıtmasa bari. Bu öyle bir sancı ki öldürebilir, yuva yıkabilir… İşsizliğin sınırlarını iyiden iyiye zorlayan bir kör dönem. Diplomalar sinir hoplaması yaptığı için eskiden olduğu gibi duvarlara da asmıyorlar artık. Sanki soruldu mu ayıp olmasın diye okumuşuz bunca zaman, meğer arkanız olmadı mı hiçbir esprisi yokmuş.

Bir tarafta zamlar, bir tarafta işsizlik.Kış kıçımızı dondurmaya başlamışken, makus kaderine terk edilen bizler doğalgaz'a gelen zamlardan elimizi düğmelerden olabildiğince uzak tutar olduk, bol battaniye takviyesiyle kendimizden geçip uyuya kalana kadar tv karşısında uyuşmayı daha uygun görüyoruz. Sobaya mı dönsek hepten?. Zaten ne havayı koruyabiliyoruz ne de sağlığımızı artık.

11 Kasım 2008 Salı

Etiyopya'da KADIN olmak


Etiyopya’da tazecik bir genç kız. Adı Zenebu. 18 yaşındayken kaçırılıp tecavüze uğruyor. Bu suç’u kendisi işlemişçesine bedeninden kurtulmak istese de korku ağır basıyor ve vazgeçiyor. Ailesi zenebu’yu lanetli ilan edip,evlerinden içeriye adım atmasını yasaklıyorlar. İçlerinde bir nebze acıma duygusu kalmalı ki bahçede yatmasına ses etmiyorlar. Sonra biri çıkageliyor ve aileye,- kızınızı dağa kaçıran ırzı kırık bendim deyip, hayrını görmeleri ve herhalde bahçedeki boşluğu doldurmaları için iki tane de keçi bırakıyor. Zenubu şimdi sapığıyla evli ve tam 5 tane çocuğu var. Resimdeki gülümseyişinden çok anlamlar çıkar belki ama ben, sığınacağı yegâne limanda köpek muamelesi görmektense ırzı kırığının koynunda olmayı yeğlediğini çıkardım nedense.

Etiyopya’daki kabilelerde kadınların benliği nerdeyse yok sayılıyor. Çoğu sadece cinsellik ve üreme makinesi olarak kabul görüyor. Bu phallus hâkimiyetinde, çocuk yaştaki kızlar buluğa girmeden evlendirilip, çok azı iki doğum arasında adet görme sansına sahip oluyor, sadece erkekler doktora gidebiliyor ve kadınların hastaneye gitmeleri günah sayılıyor.

Tabi bu rastladığım ve paylaşmak istediğim, kadının zulme dayanıklılığının ölçüldüğü ülkelerden sadece bir tanesi. Heyyula cüsselerin, egemenliklerini ilan ettikleri minik bedenler. Hangi ülkeye kafamı çevirsem bir sapkınlık söz konusu. Arınmış medeniyetler ya görünmez bir kovukta ya da gerçek olmayanda.

6 Kasım 2008 Perşembe

Midasın kulakları....

“Mustafa” filmine gitmedim. Filmin çıkacağı anı dört gözle beklememe rağmen, müziğini kendi sitesinden defalarca dinleyip mest olmama rağmen, kötü reklamın kokusundan fazlasıyla etkilendim ve gitmeme kararı aldım. Bir anda etrafımı, filme gidip, içerde duygulanıp sümkürülür diye ceplerinde bulundurdukları peçetelere bi dolu eleştiriyi not alan insan ordusu sarıverdi. Bu filme, arkasında da belgesel konusunda bu kadar sağlam biri durunca, gereğinden fazla bel bağlamıştım anlaşılan. Şimdi hissettiğim devasa hayal kırıklığı. Küsüm Can Dündar’a (onunda pek umurunda) . Oysa ben filme kalabalık bir güruh ile gidip içerde bizim beyin bütün uyarılarına rağmen doyasıya ağlayacak, çıkışta çekim yapan gasteci arkadaşlara bir-iki kelam ederken tekrar ağlamaya başlayıp, bir hülya Koçyiğit edasıyla “nereye” diye bağıran kocamı unutup uzaklaşacaktım.

Radyoda iki kişi “Mustafa” filmini tartışırken, - ancak tarih bilgisi olmayanlar bu filmi beğenebilir… diye bir güzel de eziyor. Tarih okumaya bir türlü sabrı yetmeyen ben, giderimde maazallah beğenirim diye iki adım daha geri adım atıyorum kendimi. Kulak kabarttığım söyleşileri sırasında Atatürk adına yazılmış bir sürü kitap adı sırılıyorlar. Hepsi bir, maksimum iki baskı yayınlanıyor diye de serzenişteler.
- Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”
- Hasan Dinamo “Kutsal İsyan”
- Oral Sander “Yakın Tarih”
- Turgut özakman
- Sebahattin Selek

5 Kasım 2008 Çarşamba

Bir tren...

Halsiz trenin tıngırtılarını dinleyerek, bir sağa bir sola yalpalıyorum. Bir ben telaşlı hallerdeyim savrulan tren raylarının savuruşlarından. Kalabalık, olabildiğince sakin. Midem ağzımda bekliyorum yıllar sonra bindiğim trenin durağa ulaşmasını. Sanırsınız vagon içinde çığlıklar alabildiğine. Bir benim kendini boşlukta salınır sanan. Karşımda oturan al yanaklı genç kadının kucağında yampiri tuttuğu çocuğuna bakıyorum uzun uzun önce sonra dizine yavaş ve tereddütle dokunarak “normal mi?” diye soruyorum. Gözlerimdeki korkuyu, yakın zamanda göç edipte çabucak alışmak zorunda olduğu kendi korkusuna benzetiyor sanki. Sakin, vakur elime dokunuyor “korkmayasın, normal’dır” diyor.