30 Ekim 2008 Perşembe
Neden Şaşırdın?
Bu yapılan nedir? ancak suça teşvik , ahlakın incelmesinin seyri.
Şimdi o, kurulduğu tv kanalının yüksek kolçaklı koltuğunda hayret edilesi delibozuk üslubuyla kendinden emin "Türk Adaletine güvenim sonsuz" diyor. "Haklı" diyorum sonra kanalı değiştiriveriyorum.
28 Ekim 2008 Salı
SESİ KISILASICA
Önceleri sesimizi çıkarmamak konusunda kararlıydık ama bir zaman sonra elime geçen terliği zeminde döverken, arada çığlıklar eşliğinde bağırırken buluyordum kendimi.Bizim bey nispeten daha sakin görünmeye çalışsa da işin sarpa saracağını bildiğinden, ŞAŞKIN. Tamam itiraf etmeliyiz ki yeni evli bir çift olarak aşağıda debelenen yeni yetmenin saat mevhumunun olmamasına, annesinin Pazar sabahı 7:00 sularında kalkıp bir uçtan bir uca oğluna yüksek volüm seslenmelerine karşılık nasıl bir tepki vermemiz gerektiğini zerre bilmiyorduk hala bilmiyoruz çünkü birinin kapısını tıklatıp “rahatsız oluyoruz kardeşim” dediğimizde bize karşı alınacak tavıra dair en ufak fikrimiz yok. Tepinmelerim sonuçsuz ya da en fazla bir gün rahat ettiriyor bizi, sonrasında yine can çekişen adamın sözde şarkı söylemesiyle uyanıyoruz, bir de tıngırdatma durumuna dahi gelememiş elektrogitarla çaldığı şarkılara İbrahim Tatlıses üslubuna yaraşır şekilde İngilizce eşlik gıcırtıları. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum. Olmuyor, sinirlerim harap. Sesini çıkaramayan kapıcımızın sonunda kendini kuran okuyarak yatıştırmaya çalıştığını öğreniyor iyiden iyiye delileniyorum. “Emir kuluyum, ya beni kovarlarsa” diyor serzenişlerimi duyunca. Gece rüyamda binanın yıkıldığını görüp derin bir oh çekiyorum. “Çocuk ses telleriyle sonunda yıktı binayı ” diyorum saçma bulup uyanıyorum.
27 Ekim 2008 Pazartesi
KES SESİNİ!
Yakılan kitaplar gibi yasağız artık. Bu durumda blog yazarı olmaya utanmalı, öyle uluorta ifşa etmekten kaçınmalıyız. İtiraz ediyorum! En doğal hakkım olan hür düşünceyi kim? Ne sebeple elimden alabilir? Öyle eften püften sebeplerle değil, sağlam, mantıklı açıklamalar isterim o vakit karşımda. Kuşatılmış bir özgürlük... Savaşanlar önce mağdur sonra güçlü sonra sinmiş. Alışagelmiş çığlıkları duymazdan gelenlerin her biri kör, sağır. Öylesine tanımışlar ki bizleri, biliyorlar ne müddet sonra sineye çekilecek bize uygun gördükleri. Tevekkül… ötesi var mı zaten?
http://www.bloghareketgunu.com/imza/bloguma-dokunma/
16 Ekim 2008 Perşembe
Alaca
Irkçılık; sadece dinler, diller kavgası değildir. Bugünlerde bizler başımız açık ya ada kapalı diye birbirimize düşer olduk, bugün bizler sosyal sınıflarımız birbirimize uymuyor diye aynı lokantalarda aynı kap kaçağı kullanmaktan çekinir durumdayız. İnsanın insan olduğunu unutup bi avuç sütü bozuğun lakırdılarına kulak asıp, kardeş kardeşe düştük . Peki ya ölenler? Aynı kan aynı canlar heba edilmiyor mu? aynı insan evladı için farklı dillerde ağıtlar yakılmıyor mu ?. Nedir peki fark? Evlat yine evlat. Tek fark yakılan ağıtların dilleri… Vatan sağolsun diye tabutta saatlerde koynundaki bebeğiyle ağlayan kadın mı daha büyük acı çeken, yoksa Kürtçe sloganlar atarak en önde göğsünü yumruklayarak ağlayan ana mı?
Televizyonda eline kurşunu alıp “işte bizim kalemimiz budur” diyen, köyündeki küçük çocukları etrafına toplayıp, kenarları yırtık defterinden Alfabe’yi öğretmeye çalışan ve “sadece okumak istiyoruz, sadece okumak” diyerek küçük omuzlarında başkalarının alması gereken büyük sorumlulukları yüklemiş aktütün’lü dünya güzeli çocukları ve daha nicelerini elimi uzatıp çekip almak istiyorum cevapsız kalan sorularından, sorunlarından. Birinin derdine göstermelik çareler bulup işin içinden sıyrılmaya çalışan zihniyetlerden.
14 Ekim 2008 Salı
Ne oluyor orda!
Öğle yemeği için müdavimi olunan, sayemizde bolca para kazanan aslı abla yemeklerinin yerine , alışveriş merkezlerinden birinin yolunu tutmaya karar verdik. Kimileri, bu sıcakta ev çekilmez mantığıyla olsa gerek altın günlerini uzun masalara taşımış, kimileri yalnızlığını mağazalara, kimileri ise işsizlikten eli cebinde kara kara düşünmeye vermişti kendini. Alışveriş merkezlerinin yemek katlarında serseme dönen ben, genelde, bininci kez aynı yağ ile kızartılmış patates kızartmalarında aklım kalarak daha sağlıklı ne yenilebilinir diye döner dolaşır yanımdakini çileden çıkarır sonra yine, bininci kez aynı yağ ile kızartılmış patates kızartmalarından alırım. Bu sefer yemeyecektim, kararım katiydi çünkü yanımdakilere nazım geçmiyordu ve kumpir yenilmesi konusunda hemfikir olunmuştu bile. Tepeleme doldurduğum kumpirimle, yampiri sandalyeye mevzilenmiş nasıl bitireceğimi düşünürken ön masada oturan bir kadının “ayıp, ayıp” feryatlarıyla irkildim önce. Masada 3 kişi olduklarını görüyordum ama bağırdığı tarafta kimlerin olduğunu bir türlü çözemiyordum. Bağırılan taraftaki herkesin suratında “kim? ben mi?” bakışı çöreklenmişti nitekim. Aynı masayı paylaştığım arkadaşlarımın, olayı takmıyor havasında görünmesinin aksine ben, arabaların önüne konulan oynar başlıklı oyuncaklar gibiydim. Çırpınışlarım sayesinde öğrendim ki derdimiz, tam da çaprazda oturan bir çiftin romantizmi biraz fazla abartmasıymış. Rahatsızdı bu durumdan teyze. Lakin kanatlarının altında, 13 yaşında olduğunu serzenişleri sırasında öğrendiğimiz oğlu mevcuttu. Gelin görün ki bu hanımteyzeler genelde izledikleri pembe dizilerde, kovuşamayan aşıklar öpüştüğünde “ohh nihayet” nidalarıyla mendillere sümkürür, dışarıda kazara biri sevgilisine buse kondursa koca bir bela oluverirlerdi. Hanım teyzemizin durmaya, susmaya niyeti yoktu güvenlik geldi 16 bilemediniz 18 yaşlarında olan çifti uzaklaştırdı. Sevgilinin yanında racona ters düşen bu hareket karşısında saçları püsküllü delikanlı, “kıskandıysan gel seni de öpiym” diyerek uzaklaşırken mekandan gülüşme sesleri yükseldi.
Bu tarz durumları abartı buluyorum evet ama bu küçük veletlerin de nasıl bu kadar cesur olabildiklerini anlayamıyorum doğrusu. Aslına bakarsanız bende tıpkı koynunda bebesiyle serzenişleri tavan yapan teyze misali, bu görüntüler karşısında sinirden köpürenlerdenim aslında ama lafım daha çok, meraklı körpelere değilde yaşı kemale ermiş zihniyetlere...
9 Ekim 2008 Perşembe
İzleniyorum
Sadece kendi hayatımı baz alıp, ne kadar rutine bindiğini söyleyip üzülmek istemiyorum şöyle kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda görüyorum ki insanlarda bu monoton düzenden nasiplerini almışlar. Sabah işe geldiğimde karşılaştığım ilk kişi, narin kıçını yine kaldırmak zorunda kaldığı için suratı beş karış olan sekreter kız oluyor, çoğu zaman meymenetsiz suratına bakmadan günaydın deyip, genelde ağızları hep bir şeylerle dolu olan diğer arkadaşlarıma da bol gülücüklü selamımı çakıyorum, sadece kendi kendine konuşmayı seçen, sandalyesine mümkün olabildiğince gömülü, ofiste yatıp kalktığına inandığım müdürümün hemen karşısındaki masa benimki ( ne şanslıyım değil mi?). Bazen varlığını unuttuğumdan günaydın demeyi de unuturum. Beyefendi çok sosyal olduğundan olsa gerek sert ses tonuyla “günaydın” diye kükrer, bende –kim var orda? dercesine pörtlemiş gözlerimle selamına karşılık veririm. Her sabah kahvaltımı okumazsam olmaz dediğim toplam da 3 tane olan blog yazarlarına ayırım, bu arada peynirli çizimi ve genelde soğuttuğum çayımı içerim, öğle yemeğinde sağlıksız yemekler yemeye bayılırım, akşam eve hep yürümek isterim ama minibüs durağının önünden geçerken dayanamaz binerim, önümde hep parayı uzatmaya üşenenler oturur, şanslıysam evde yemek vardır eğer yoksa soğan acısız bile olsa ağlarım, yemekler yenip de tv karşısına geçtim miii… değmeyin keyfime, koltukta oturabilme yeteneğim yoktur, saat 11 dedin mi gözlerim kapanmaya başlar.
Böyle zamanlarda kendimi Truman Show filminde oynayan Jim carey gibi hissediyorum. Biri bizi izleyip fena halde sıkılıyordur diyorum ama BBG evlerinin bi dönem müptelası olan bir millet olduğumuzu düşününce tereddüt ediyorum. Biri ,ben 9 saat popom sandalyeye yapışana kadar otururken, boyum kadar olan ütüleri bitirmeye çalışırken, lokantada hep aynı çıkan yemeklerden hep aynı olanını seçip yerken, bulaşık makinesini boşaltıp, çamaşır makinesini doldururken umarım keyif alıyordur… Umarım.