26 Mart 2008 Çarşamba

CLOUDS

Elimin süsü kalem, sayfalarca yazıp çizebilirim. Ben bir dipte, kalem elimde. Dışarda konuşulanları, köpek havlamalarını ve yaramaz çocukları duymadan. Öyle, bi haber. Kendime geldiğimde farkederim çizdiğimi saat o kadar geçti mi?, ama az önce duydum gittiğini. Sen gidince de sever miyim kağıtlarımı bu kadar? ya da cümleleri dizmeyi?. Şimdi kontrolsüz güçlü, şimdi daha bir dalgın ellerim, hele gözlerim. Sen gitmesen diyorum, yanımda otursan, bahsetsen, bahsetsek.... Sonra yorulsa sözcükler, dursan öyle, sarılsan sıkıca, öyle, sussak.

20 Mart 2008 Perşembe

BEN DE BU DAĞLARIN NESİNE GELDİİİM!!


Senelerce bana istifra etmekten başka bir şeyi anımsatmayan araba ile yolculuk hadisesini minibüslerdeki dramatik şarkıları dinleyerek atlatmış, insan manzaralarının en müstesna hallerini hayranlık ve de şaşkınlıkla izleyip keyiflerin en şahanesini bünyesine hapsetmiş biri olarak minibüsler trafiğe çıkmasın diyorum. Ya da minibüs sürücülerine birinin kollarının sinyal lambası olmadığını, yolların sadece kendilerine ait değil de arada sırada da olsa başkalarının da buraları kullanabilme haklarının olduğunu, şayet onlara yol verilmezse ağızlarını doldura doldura küfür yağdırmamalarını, söylemesi gerek.

Aslında minibüs yolculuklarını çok seven ben nedense, arabanın içinde minibüslerle karşı karşıya geldiğimde korkumu bir türlü yenemiyorum ama eğer bir minibüsle yolculuk yapıyorsam ve biri yolu zabtettiği için arkadan kornaya abanmışsa kesinlikle suç diğer tarafındır. Bizi eve götürmek için küçük manevralar yapan masum şoför’e önce arkada ki korna sonra sert bir fren ve tabii genelde önlerde oturmaya bayılıp, gözüne sokacak kadar yaklaştırdığınız parayı görmezden gelen tombul teyzenin çığlığı eşlik eder. Kibariye ablamızın annesi edasıyla, “Şöfer bey, biraz yavaş olun, insan var burdaaa, ayyy” gibi abuk bir telafuzun ardından uzayan geyik, şoför’ün “daha frene basmadık bağırıyorsunuz, anadın mı?” şeklindeki konuşması ile biz diğer yolcuların koltuklarına gömülmesinde bir rol oynuyor elbette. Çok kızıyorum onlara evet ama gelin görün ki minibüs’te herkese oturacak yumuşacık koltuklar, öne doğru parayı yılmadan uzatan bir amca ve fonda Ferdi Tayfur’un meleşen kuzuları varsa işte o zaman kendimi Çiçek Abbas’ın minibüsünde gibi hissediyorum. Şakir’in yol üstünde beklediğini hatta minibüste parayı toplayan bir muavinin olduğunu bile düşünüp kısa yolculuğumun keyfini harmanlayan, hayatını yandakine teşhir eden, yazılsa roman olur dediğim garip hikâyelere de istemeden kulak misafiri oluyorum.

Hayatımızdan hiç çıkmayacağınızı bildiğim saygıdeğer minibüsçü amcalara son bir anekdot’umda şudur ki, sizi görüyoruz, valla, selektör yaparak aynı anda sürekli kornaya basmasanız da olur hani.



14 Mart 2008 Cuma

OYY OYY EMİNEMM


Hep zayıftım ve sanırım hep de öyle kalacağım. Özellikle tombul şahsiyetlerden, ağız bükülerek söylenen “ay çok zayıf” ya da göbekleri hoplatarak gülüşmelerle, anneme, “taş bağla şekerim, uçar bu rüzgâr’da” laflarını sıkça işittiğim kabus dönemi. Duyduğum sıkıcı yinelemelerin ardından biraz daha dolgun görünür umuduyla giydiğim 3-5 tayt üstü çorap bile beni, Amy Winehouse  görüntüsünden kurtaramamış üstüne üstlük taytın bileklerde bitmesi büyük ihtimalle çevrede sakat izlenimi yaratmamı sağlamıştır. Annemin arada attığı, beslenmesi gereken Afrikalı çocuk bakışı ve ardından yine itina ile ağız bükülerek söylenen “ye biraz, kuş kadar kalmışsın” sözleri, artık benim için sadece eğlencelik muhabbetler  olmaktan ibarettir.

Ergenlik dönemine girdiğim, zayıf olmanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu idrakine varamadığım bir zaman da ince bacakları, minik suratı ve sevimli aksanıyla, Audrey Helpburn ile tanıştım ve o andan itibaren zayıflığın aslında bazılarımıza nasıl da yakıştığını fark ettim. Her ne kadar bir audrey olamasak da. Tabii Seda ablamızın eğitim içerikli programına çıkarttığı 19 kiloluk arkadaşlardan biri olmamamda da yarar var.

FATALİZM

Klasik müziğin insanlarda uyandırdığı muhtelif hisleri ve uzunca süre dinlenildikten sonra insanda bıraktığı derin kederi ve sıkıntıyı bilmek, yine de özellikle dinlemeye tahammülü olmayan insanların yanında dinleme arzumun idrak-ı zor durumlara ulaşması benim müdahil olamadığım bir durum sanıyorum. Hele ki dinlenesi ve de izlenesi sesiyle insanın damarlarına işleyen bir Emma Shapplinimiz var ki takdir-i şayan. Shapplin memur bir annenin yine memur olması için zorlanan, müzik hocası tarafından zorla şarkı söylemeye ikna edilen, ufkunun taa bilmem nerelere ulaştığı genç güzel mahlukat.

İnsanların kaderlerini belirleyen, etkili bir şahsiyetin beni de yetenekli olduğum alanlara çekmesini dileye durayım, annemin istikrarlı, zoraki isteğiyle girmiş olduğum resim bölümü, beni güzel sanatlar sınavına sokacak kadar ileriye götürmüş ve bulunduğum noktaya nazikçe fırlatmıştır. Kendi acizliklerini gizli tutup, ebevynlerini suçlayan insancıklar arasında olmayı kendi şahsına pek de yakıştıramayan ben, bulunduğu noktadan memnuyet duyarak, yapmak isteyip de yapamadığım sanat icraatlerime uzakdan el sallamayı yeğliyorum. Lakin ailelerin doğurma, büyütme, okutma yanı sıra bir de "al evladım bunu çalmayı dene, olmadıysa birde dans etsene" gibi görevleri yapma zorunlulukları olduğunu güden biri değilim. İlerde olacak çocuklarımın da aynı duygular içerisinde olmasını temenni ederim.

Enough

Küçükken kekelemeye özenen ve her defasında annesinin kalbine indiren, deli gibi koşup oynayan ama annesi camdan baktı, bi de kardeş yaptı diye sakatlayarak yürüyen, Fındıkçı amcanın dükkanından geçerken, annesi fındık almadı diye kendini yere atıp, kolum kırıldı diye feryat eden, bütün gece annesini korkutup, babası eve sakız ve topla gelince iki kolunu birden açıp ablasına hiç birini kaptırmayan psikopat bir çocuklukdan sonra uslu olmanın vakti gelmiştir diye düşündüm.

13 Mart 2008 Perşembe

YERLİ MALI YURDUN MALI

Yerli malı haftasının okullara gelmesiyle beraber hünerli anneler çocuklarının gururunu okşamak istercesine, yiyecekleri itişe kakışa masalara self servis ayarında dizerken, biz kafamızda, önümüzü görmeye engel, büyük, beyaz kurdelelerimiz ve evimizde hiç yapılmamışçasına kedi-ciğer ilişkisi içerisinde olduğumuz masalara bakıp iç geçirirdik. Minik göbeğimin beni ızdrap içinde inletmesini bekleyene kadar bütün yapılan maydanoz eklenenler harici yiyeceklerin tadına bakarken, bir taraftan da geç kalan annemin ne getireceği ve nezaman getireceği merakını da aklımdan çıkaramıyordum. Annemin yiyeceği geç getirmesinden kaynaklı, nispeten çekimser yanım elinde, sevilesi ve de yenilesi güzel böreğiyle çoşkuya ve gurura dönüşüyor ve yemeklere bir adım daha yaklaştırıyordu beni.

“Biz küçükken” diye başlayan ve şu blogger alemini kasıp kavuran öykülerle başlamak ve tabii gerisini de getirmek boynumuzun borcudur efenim. İnsan hangi yaşa gelirse gelsin en güzel anılarını geçirdiği zamanların hep geride kaldığını düşünür ve nedense hiçbir saftirik halini anımsamaz. Şahsen bir harry potter efendime söyliyeyim bir  richi rich olamadım tabi ama en az onların ki kadar zengin ve yaratıcı düşlere sahip oldum. Şimdi bu anıları paylaşarak, dört köşenin tadına varmak niyetindetim.