26 Aralık 2008 Cuma

GEBE


Suç yok, suçlu yok. ..Ya sen düş ya da ben.

Bir bebeğin gelişimini izliyorum fosur fosur sigara içen annesinin karnından. İç sızlatan yarım gülüşle selamlıyor... Acıyorum. Damarlarına işlemiş, hazırlıksız annelik içgüdüsü, kaybedilmiş kardeş, baba açığı. Son sözü söylemek neye yarar bu sızlayan, sızlatan beyinciğe. Neden suçluluk duyuyorum ondan fazla, ondan fazla hazırlıksız çocuğa. Neden ben sancıya, o bebeğe gebe?

24 Aralık 2008 Çarşamba

Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer


Amfide ders işliyoruz. Dersi anlatan kişi öyle böyle değil, okulun en çaktı mı oturturumlarından. Biz sınıfta el pençe divanken, bir hışım kapı tıklanmaya bile gerek duyulmadan, ben diyeyim erosun ta kendisi, siz deyin önüne pankart asılı çıplak öğrenci, dalıverdi sınıfa. Sınıftan çıt çıkmadı. Ne bir gülüşme ne de hocanın beklenen sert çıkışı. Mücadelesini kendi çapında vermeye çalışan arkadaşın pankartında ne yazdığını şahsen ben görmedim, sınıftakilere sordum onlarda görmemiş. Oysa ki pankartı dikkatlerin yoğunlaşacağı bir merkezde tutsaydı belki…. Zahir bunu düşünememiş, neticede orası bir sanat okulu ve çizim yapan birinin çıplak insanı garip karşılaması gibi bir durum söz konusu olamaz, olmamalı. Bizimki de bir nevi Hipokrat yemini diyelim (mi?).

Vincent van Gogh’un, bir zamanlar kendisi için modellik yapan bir kızı hamile bıraktığı söylentiler arasındadır. Hatta Katolik rahipler bir dönem van gogh’a modellik yapılmasını bile yasaklamışlar. Ne olursa olsun, ben hep sevmişimdir van Gogh’u. Kulağını kesip bir fahişenin eline tutuşturmasından ziyade, sevdiği zaman ne derece tutkulu olduğunu bilmek daha çok etkilemiştir beni. Bir de hastalığının etkisiyle sarı rengine olan düşkünlüğü.


Yaşamı boyunca başarıyı elde edemeyen, kendini yetersiz hisseden, yalnızlık çeken van gogh, kardeşinin desteğiyle ayakta kalmaya çalışmış, gelen parayı boyaları ve diğer malzemeleri için harcayıp açlığı tercih etmiş. Ne azim. Belki de bu nedenle yoksulları çizmeyi hep çok sevmiştir. Vincent van Gogh, kardeşine yazdığı bir mektupta “Böyle devam ederse hedefime varamayacağım. Bu kadar uzun zaman aç kalmasaydım bünyem daha kuvvetli olurdu. Fakat her seferinde daha az çalışmak ya da aç kalmak şıklarından birini seçmem gerektiğinde ben hep aç kalmayı tercih ettim. Bir insan buna nasıl dayanabilir? Açlığın etkisini resimlerimde öylesine görebiliyorum ki geleceğim için kaygılanıyorum. Kısaca sanat uğruna hayatımı tehlikeye atıyorum ve bu yüzden aklımın yarısını yitirdim" diye yazmıştır. Şimdilerde ise sadece bir tablosunun bile paha biçilmez olduğunu düşününce, durum gerçek bir ironiye dönüşüveriyor.

Aşık olmuş. İlk aşk onu fazla hırpalamış, oda kendini dine ve resme daha çok vermiş. Sonra Dul kuzenine gönlünü kaptırmış, ona aşkını sunmuş fakat karşısında “hayır asla” diye yanıt almış. Bir zaman sonra hayatına bir fahişe, bir zaman sonra da intiharı bile göze alan komşunun kızı girmiş. Para da zaten büyük hüsranlar yaşayan Vincent van Gogh, aşk konusunda da şans yolunu bulamamış.

Bir sabah uyanmış, resim malzemelerini de alıp tarlaya doğru yürümüş, kalbine bir el ateş etmiş fakat bu konuda bile şansı yaver gitmemiş. Kurşun ıskalayıp ciğerini delince 2 gün süren acılı bir ölüm olmuş. Kardeşinin kollarında ölüme yol alırken, söylediği son söz “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer” olmuş.

21 Aralık 2008 Pazar

YAMA

Yıl milyon. En sevdiğim arkadaşım Aylin’in aksanını taklit ederek konuşmaya çalışıyorum. Taktığı haçın boynunda ne kadar güzel durduğunu düşünüp 18’i doldurur doldurmaz dinimi değiştirmek ve o kolyeden almak niyetim. Ne yediğimiz ayrı, ne de içtiğimiz... Evlerinden eksik olmayan anason kokusu hala burnumda. O zamandan beri sevmiyorum anasonun keskin kokusunu... Yolda terennüm ederek dolandığım bir vakitte, üstümde kocaman bir gölge beliriveriyor birden. Aylin’in annesini hep böyle kocaman bir gölge olarak algılıyor nedense zihnim. Zahir, selamlaşmaya üzerime böyle hışımla geliyor demeye kalmadan, kolumdan sıkıca tutup, iri memelerine hizalıyor gözlerimi. Her yanım zangırdarken söylediği hükümran lakırdılar, büyük bir uğultu halinde sarıyor beynimin her köşesini. Aylin’in sadece Ermenilerle arkadaşlık etmesini istediğini biliyordum, anlam veremiyordum ama biliyordum. Yine de bana imtiyaz tanınacağından şüphem yoktu. Ama yanılmıştım. Bir daha görüşemedim Aylin’le. O benden daha cesur çıkıp ara sıra aradı, bense var gücümle heyula gölgeden kaçtım.

Varsın benim gönlümü almak için milyonlarca imza atsın Aylin’in annesi. Ne o değişir benim gözümde ne de ben onun gözünde. Lakin yaşananlar insanın içine mıh gibi işler. Yıllarca garipsediğim, anlam veremediğim yaralayan tavrın bana en büyük getirisi, ırkçı zihniyetin nelere mal olabileceğini erken yaşta kavramak oldu, işte bu yüzden Ermenileri büyük birer gölge saymak yerine hepsini birer Aylin görmeyi yeğledim. Çözüm olacağını bilsem atarım belki imzayı, imza atanlara da laf edemem ama ben çoğumuza verilen yamalı bilgilerle dolu zihnimi kimseye karşı da kullanamam. Ben bir tek gözümün önünde cereyan edeni bilirim. Yerde sere serpe uzanan bedeni bilirim. İşte bu yüzdendir ki, asıl özrü dilemesi gerekenin ben olmadığımı da bilirim.

17 Aralık 2008 Çarşamba

10 Numara- http://www.sockandawe.com/

Önce birinci Türk yapımı ayakkabı. Yok olmadı. Ha gayret bir daha. Yok o da olmadı. Oysa nasılda bekledik alnının çatısından gelecek o çotanak sesini. Şaşılası refleks. O ayakkabılar bana atılsaydı kesin ikisi de kafamı yarmıştı.

Nefret edildiğinin farkında, o ayakkabının kafasına neden atıldığının da. Fakat bu durum sonrasında dahi, “ayakkabı 10 numaraymış” diye espri yapabilecek kadar da pişkin. Muntazar El Zeydi, şimdi bir taraftan dünya kahramanı ilan edilip Kaddafi’nin kızı tarafından ödüllendirilirken diğer bir yandan götürüldüğü yerde, kaburgası kırılan ve bacağı sakatlanan bir et parçasından ibaret. İşin garibi, Bush’un korumalarının değil de Irak başbakanı Nuri El Maliki’nin korumaları tarafından dövülmesi ve Bush’un korumalarının Malikinin korumalarına “vurmayın” uyarısında bulunmaları. Kendini teslim etmiş, her tarafı yıkık dökük bir ülkenin, sağlam kalan tek duvarı sanki Muntazar El Zeydi.


Ayakkabı fırlatmak; vücudundaki en aşağı uzuvla bir tuttuğunun göstergesiymiş. Evin içinde koşuşturan yaramaz çocuğa uzun koridordan fırlatılan terlikler gibi. Peki ya şimdi ne olacak? Basın toplantılarına girerken ayakkabılar mı çıkarılacak?.

5 Aralık 2008 Cuma

Samuray...


Şu sıralar ciddi uykusuzluk problemi çekiyorum. Bütün gün avare başım hiçbir şeyi umursamazken gece olunca hortlayan düşünceler sarıyor zihnimi. Öyle büyük, ülkeyi nasıl kurtarabilirim düşünceleri falan da değil hani. Mesela dün gece eve bir hırsız girse nasıl tepki veririm gibi gereksiz bir konuyu düşünürken sabaha karşı sızmışım. Rüyamda sanırsınız ki ben olmuşum bir Tomoe Gozen. Bizim kapının önünde gecenin bir vakti geleni geçeni deşiyorum. Bir ara bu samuray kıyafetleriyle çay falan demliyorum sonra yine kapının önüne geçip merdivenleri tırmananları doğramaya devam ediyorum, bizim beyde güya içerde pijamalarıyla tv izliyor.
Artık hakkımda hayırlısı...

29 Kasım 2008 Cumartesi

Ne garip

Kafasında kulaklarını örtmeyecek kadar minik, koyu lacivert yünden bir bere, üzerinde tek cebinin kenarı sökülmüş açık mavi üniforması, dudağını yukarıya kaldırdığında sanki ince bıyığı bağımsızmışcasına hareket eden, bir elinde uzun saplı çalı süpürgesi diğer elinde yine uzun saplı faraşıyla bekleme salonun kapısının önünde beliriverdi. Suratında nedeni anlaşılmaz şaşkın bir ifadeyle sanki gözümü açıp kapamam esnasında, sanki ışınlanmışcasına oturduğum bankın yanında bitti.

Yanımdaki çerçöpü süpürürken ayaklarımı kaldırmamı dillendirmeye bile gerek duymadan süpürgesiyle itekleyince, annemin verdiği bir telkinmişcesine kaldırıverdim ayaklarımı. Sinirini süpürgeyle faraştan çıkarıyordu sanki. Gözlerimi elimdeki kitapta sabitleyemediğimi anlayınca farkında olmadan yüzünü incelemeye koyuldum. Özellikle yukarıya doğru kıvrılmış gibi kaşları, kavisli bir burnu ve sanki birazdan aşağıya düşecekmişcesine çenesinden sarkan bir et beni vardı. Sürekli kafasını duvar tarafına çevirip, birine birşey anlatıyormuşcasına uzun süre sabitliyor sonra da "boşver" dercesine kafasını iki yana savurup süpürgeyle kavgasına devam ediyordu. Bir anda göz göze geldik, hemen kafamı çevirsemde ilgili olduğumu anlamışcasına gür sesiyle adeta kükreyerek " Her yeri bok götürüveriyo, daha yeni temizleyiverdiydim. Ben bunları kimler yapıvedi biliyom. Yukardan geliveriyo bunlar" demesiyle benim yanımdaki kadının iğreti bakışlarına rağmen yamacına sokulmam bir oldu. Elindeki süpürgeyi tavana uzatıp, yanıp yanmamak arası florasanın yanındaki deliği gösterdi. Delikten aşağıya iki tane koplo uzanıyordu. Hipnoz olmuştum sanki. Kendimi görmemem gereken bir cinayeti dikizliyormuş gibi hissediyor kafamı diğer tarafa bir türlü çeviremiyordum. Bana gözlerini dikti ve "Bu delik nerden çıktı?, onu de sen bana hele, bunlar hep geliverirler, işleri güçleri benle" deyip, bir hışım sanki geldiği karanlığa geri dönecekmişcesine önce kapının ağzında bir süre bekleyip, koyboluverdi.

Var-olmak

Bir sebebi olmalı mı varolmanın?. Yani sabah kalktım, yüzümü yıkadım, çocuğu- kocayı doyurdum, işime gittim, eve geldim, ve yine….

Bu mudur? Ne bileyim tarihe falan geçmeyecek miyim?, bir şey icat etmeyecek,dünyayı keşfetmeyecek, ideallerimin peşinden gidemeyeceksem bir mantığı kalır mı varolmanın?. Ben olmasam, biz olmasak doğanın dengesi bozulur mu hakikaten?

Çoğumuz zaman doldurmak için buradayız sanki. Bir zaman büyümeye, bir zaman sevmeye, bir zaman bebelere, bir zaman emekliliğe, bir zaman sonra da ölmeye endeksli yaşamlar sinsilesi.

Belki de en iyisi hedefleri kısıtlı tutmak. Ne kadar az ideal o kadar az hayal-hayat kırıklığı. Ortahalli koca, tv önüne koymak için çeyizde hazır edilen dantel, böğrümüzde bebe…

24 Kasım 2008 Pazartesi

DOKUNMAA!


Çoğu zaman işlenen günahların bedelinin yaşamın herhangi bir anında bizi gelip bulacağına inananlardanım. Fukaranın ekmeği umut etmek misali reenkarnasyon kulağıma hep mantıklı gelmiştir aslında. Ruh göçü varsa şayet ki pek de insanın kendini kaptırmamasında fayda var, acaba geride bıraktığı hayatın ceremelerini mi çekiyor insan?. Eğer öyleyse ben Hitler’in falan akıbetini düşünemiyorum açıkçası. He yok isteğe bağlı falansa bir daha ki sefere ben, havyarı kiloyla satın alabilengillerden olmak istiyorum mümkünse.

Hindistan’da malumunuz inançları gereği reenkarnasyona inananlardan. Buradaki reenkarnasyon, akıllının kendine uydurduğu bir sistemden ibaret oluş hali . Ülkede Kast sistemi mevzu bahis. Merdivenin en üstünde brahmanlar salınadururken, en aşağı tabaka olarak addettikleri kişileri de mundar (kirli, pis) olarak damgalıyorlar. Aslında Kast’tan bile sayılmıyorlar. Onlara dokunmaktan hoşlanmadıkları için dokunulmaz (dalit) diyorlar.. Peki neden mi dokunulmazlar? Çünkü ten renkleri diğerlerine göre daha koyu ve onlar kimsenin yapmak istemediği işleri yapmakla mükellefler. Tuvaleti temizleme, hayvanlara bakma, ölenlerin gömülme işlemleri gibi Hinduların iğrendiği işler. Sistemin üstünde yer alanlara göre, ayy pardon, inanışa göre; dokunulmazlar önceki hayatlarında işledikleri günahların cezalarını çekiyorlar, eğer itaat etmezlerse bir dahaki yaşamlarında hayvan ya da sakat olarak doğacaklarına inandırılmışlar. Yani müstahaklar.

2001 yılında ırkçılık konusunu gündeme getiren dünya konferansı, Hindistan’daki kast sisteminin de ırkçılıktan ibaret olduğunu savunmuş savunmasına da, Hindistan hükümeti çirkefleşmiş, iddiayı reddedip üstüne bir de dokunmayın benim kültürel yapıma diyerek kendini haklı çıkarmayı başarmış. Neticede duruma eyvallah denmiş. Ve yine aynı zihniyet, dalit’lerin gölgelerinin bile üzerlerine gelmesini “kirlenme” olarak değerlendiriyor, neredeyse her gün bir daliti öldürüyor, "dokunulmaza" tecavüz edip, evini yakıyorlar. Ne var ki "dokunulmazların" dava açma hakları da maalesef yok.

Hindistan’da yaşayan dokunulmazların toplam sayısı, İngiltere, Fransa, Belçika ve İspanya’nın toplam nüfusunu aşıyor. Bazı dalit’ler bu insanlık dışı yakıştırmadan kaçmaya çalışıyor, dinini değiştiriyor, göç ediyor.

21 Kasım 2008 Cuma

Benim İsmim...

Çoğu kadın dişiliğin getirisi midir bilinmez, henüz karşısına bir talip çıkmış olsun ya da olmasın, ilerde doğacak çocuğuna beğendiği isimlerden bir liste hazırlamıştır bile. Çünkü gelecekte çocuğun üzerinde bırakacağı intiba çok önemlidir. İsim deyip geçmemeli, lakin altında yatan manaları göz ardı etmek mümkün değil nitekim isminiz ilahi bir alıntıysa siz dini bütün bir aileye mensupsunuz yok eğer 1980 darbesinde dünyaya gelmişseniz o zaman durum daha vahim çünkü büyük ihtimalle adınız ömür boyu o felsefeyi temsil edecek demektir. Ben de ismiyle müsemma sınıfa dahil olanlardanım. Adımın aslında sadece bir isimden ibaret olmadığını ortaokulda fen hocasının yoklama yaparken beni ayağa kaldırıp, “senin baban Darvin’e mi inanıyor bakiyim? Çok, çok günah” diye coşup beni azarlamasıyla anladım. Ben sırada şaşkın, bana gözlerini dikmiş bakan arkadaşlar benden daha da şaşkın (ki büyük ihtimalle babamı uzunca bir süre Amerikalı falan sandılar), “valla da billa da o dediğiniz adamı tanımıyorum” diyemeden yerime oturtuldum. Sonunda beklenen oldu, kızların bacaklarına ağzı açık bakmakla ün salan ama adımı duyunca şahlanan şahsiyet beni hep ikmale bıraktı, süründürdü. Mezun olurken bile önce bacaklarıma baktı sonra da suratıma küfür eder bir üslupla “ismini değiştir başına çok dert açar” diyerek diplomamı uzattı.

Yine de her konuda olduğu üzere isimleri de zamana uydurmakta fayda var. Şimdilerde konulacak ismin caiz olanı, sonuna bir “can” efendime söyleyeyim bir “naz” ekleneni. Tercihen çok uzun olmamalı, tezahürata uygun olmalı, dede isimleri özellikle de loğusa bir kadına asla teklif edilmemeli ve Türkçe karakter bulundurulmamalı.

İsim olayının en enteresan tarafı,hayatta en fazla sahip olduğumuz ama bi o kadar da en az telaffuz ettiğimiz başka bir kelime daha olmayışı.

Şerpalar, Everest civarında ki dik yamaçlarda yaşayan bir küçük halk. Çocukları doğduğunda öyle isim aramakla falan uğraşmıyorlar. Çünkü çocuklarına doğdukları günün adını veriyorlar. Pazar günü doğmuş bir Şerpa iseniz, adınız Nima olabilir, Pazartesi günü doğmuşsanız Dawa, Salı ise Mingma, Çarşamba Lhakpa, Perşembe Phurba, Cuma Pasang ve Cumartesi Pemba. Tabi bu durum zaten küçük olan yerleşimde nasıl bir karmaşaya yol açıyor orası da muamma.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Bu dağ...başka


Bundan sanırım 10 yıl kadar önce çıktığımız tatilde ayağımızda plaj terliklerimizle, trekking yapmaya karar verdik. Ben her seferinde bir tepede asılı kalıp birinin beni kurtarmasını bekledim. Yılmadım, düşe kalkada olsa tırmanmaya devam ettim. Nihayetinde görmeyi sabırsızlıkla beklediğim bir şelale vardı. Beklediğimin aksine tırmanış tam bir kabustu. Sulardan fırlayan kurbağalar mı dersiniz, ıslanmış plaj terliğiyle tepeciklerden düşme riski mi? hepsini kalbim ağzımda yaşadım. Bu kadar badireden sonra tek tesellim muhteşem manzarada durup, -bunun bir de inişi var, diye içten içe kendimi yediğim lakin yiğitliğe de b.k sürdürmemek uğruna zoraki gülümseyişimle çektirdiğim resimlerdi, ama resimlerin filmleri yanınca bu da hafızamda yer eden bir anı olmaktan öteye gidemedi. Ne yapalım? Bir daha zaten o tepelere kimse beni çıkaramaz hadi çıktım diyelim, küresel ısınmanın gürül gürül akan şelaleyi ne hallere düşürdüğünü görüp, kafa, göz yarma dışında bir de bunalıma girecem. Ona da değmez.

Bazı okulların dağcılık kulübü olur ki ben o kulübe üye olan her bir bireye hastayımdır. Bu tipler ne hikmetse hep bir pigme ebatlarında olup, arkalarından bakıldığında yürüyen çanta izlenimi veren akıllı, cesur, genelde saçlarının rastalı olmasındanmıdır nedir, bende bitli izlenimi uyandıran insanlardır. Korku nedir bilmezler. Ben daha balkonun kenarında durmaya korkarken onlar en tepeye çıkabilme telaşı içerisindelerdir. Kıç kadar çadırlara sığabilir, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde deliksiz uykular çekebilirler. Gelin görün ki; -bunlar beni kesmez. Kuru dağa çıkmak kolay, püsküreni yok mu bunun diyen süper zihniyet, büyük fotoğrafçı Carsten Peter ve tırmanış arkadaşı Chris Heinlein aktif kraterlere çıkmayı hobi haline getirmişler. İşte kiminin fobisi kiminin hobisine bu şekilde dönüşebiliyor demekki. Bu çok kırılgan ve dengesiz olan dağ Tanzanya da bulunuyor adı Ol Doinyo Lengai. Bu yanardağ aynı zamanda bilim adamlarının da ilgi odağı çünkü dünyada bilinen tek karbontatit püskürten aktif yanardağ. Karbontatit denilen şey ise bildiğimiz karbonat ya da kireç işte. Bu durumu, şu küçük ve önemsiz cümleyle özetlemiş kendileri - Bunu sakın evde denemeyin... Zaten bende sağlam kafa o tepelere çıkılmaz diye düşünmüştüm.
- efem, evimiz iki oda bi salon olup küçük tuvalette bir de aktif yanardağımız bulunmaktadır.
- oh ohh ne güzel...

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kazanan hepsini alır


Börülce mısır patlatır, ben kola’ları hazırlar elimden bir kaza çıkmamasına (sakarlık konusunda hatırı sayılır bir üne sahibimdir) dikkat ederim. Bütün keyiflikler paşaların önüne geldi miydi kenarda tutulan birkaç film arasından seçimler yapmaya başlarız. Biz, beylerin deyimiyle “kız filmi” izlemeyi önerir ama sonra beyler üzülmesin, ağlamasın, gönülleri olsun diye, yarısında uyuya kalınan filmlere eyvallah deriz. Her zamanki gibi Cumartesi akşamı olağan sinema kurulu bir araya geldik ve bu sefer de bir “kız filmi” izlemeye karar verdik. “Mamma Mia”. Çok çok sevdim bu filmi. Çok güldüm, biraz ağladım, sanki bizim dönemin şarkılarıymış ve ben 1970’lerde, kıçımda ispanyol paça pantalon, bu grubun şarkılarıyla çok şey yaşamışım gibi dağılmalarına ve bir daha bir araya gelmeyeceklerine içlendim. Oysa ortaokul zamanlarımda ablam “The winner takes it all” eşliğinde henüz idrak edemediğim aşklarını, özenle sakladığı ve benim eninde sonunda bulup okuduğum günlüğüne yazarken,ben de bi kenarda “amma da bağırırak söylüyor” diye ergen ablaya bulaşmamaya çalışarak sabırla bitmesini beklerdim. Meğer bu şarkıyı anlamak için büyümek, aşık olmak, günlük tutmak gerekiyormuş. Film bittince dans etmek, Yunanistan’da yaşamak, Abba albümlerini hatmetmek geliyor insanın içinden. Şimdiden uyarayım.

14 Kasım 2008 Cuma

Kriz

Çalışanlar bir nebze daha sakiniz alacaklarını tahsil edip borçlarını ödemeye çalışan patronlarımızdan. Ben biraz daha celalli, elimde bir steteskob, iç gürültülerini dinliyor en ufak bir anormallik sezdim miydi hemen, -acaba bizi işten çıkaracaklar mı? diye endişelenip gerip, geriliyorum. Maalesef eşim benden daha şanssız. Krizin ilk dönemlerinden nasibini alanlardan. Kiminle konuşsam aynı panik hali. Bazı şirketler işten kriz bahanesiyle çıkardıkları elemanların yerine yeni elemanlar alıyorlarmış. Kimilerinin işine gelecek derken haklılarmış meğer.Gerçi evine ekmek götürmek zorunda olan adamı işten çıkaran zihniyete daha çok laf etmek isterim ama ağzım dolu… yazamıyorum. Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki bu hastalığın sancıları çok can acıtmasa bari. Bu öyle bir sancı ki öldürebilir, yuva yıkabilir… İşsizliğin sınırlarını iyiden iyiye zorlayan bir kör dönem. Diplomalar sinir hoplaması yaptığı için eskiden olduğu gibi duvarlara da asmıyorlar artık. Sanki soruldu mu ayıp olmasın diye okumuşuz bunca zaman, meğer arkanız olmadı mı hiçbir esprisi yokmuş.

Bir tarafta zamlar, bir tarafta işsizlik.Kış kıçımızı dondurmaya başlamışken, makus kaderine terk edilen bizler doğalgaz'a gelen zamlardan elimizi düğmelerden olabildiğince uzak tutar olduk, bol battaniye takviyesiyle kendimizden geçip uyuya kalana kadar tv karşısında uyuşmayı daha uygun görüyoruz. Sobaya mı dönsek hepten?. Zaten ne havayı koruyabiliyoruz ne de sağlığımızı artık.

11 Kasım 2008 Salı

Etiyopya'da KADIN olmak


Etiyopya’da tazecik bir genç kız. Adı Zenebu. 18 yaşındayken kaçırılıp tecavüze uğruyor. Bu suç’u kendisi işlemişçesine bedeninden kurtulmak istese de korku ağır basıyor ve vazgeçiyor. Ailesi zenebu’yu lanetli ilan edip,evlerinden içeriye adım atmasını yasaklıyorlar. İçlerinde bir nebze acıma duygusu kalmalı ki bahçede yatmasına ses etmiyorlar. Sonra biri çıkageliyor ve aileye,- kızınızı dağa kaçıran ırzı kırık bendim deyip, hayrını görmeleri ve herhalde bahçedeki boşluğu doldurmaları için iki tane de keçi bırakıyor. Zenubu şimdi sapığıyla evli ve tam 5 tane çocuğu var. Resimdeki gülümseyişinden çok anlamlar çıkar belki ama ben, sığınacağı yegâne limanda köpek muamelesi görmektense ırzı kırığının koynunda olmayı yeğlediğini çıkardım nedense.

Etiyopya’daki kabilelerde kadınların benliği nerdeyse yok sayılıyor. Çoğu sadece cinsellik ve üreme makinesi olarak kabul görüyor. Bu phallus hâkimiyetinde, çocuk yaştaki kızlar buluğa girmeden evlendirilip, çok azı iki doğum arasında adet görme sansına sahip oluyor, sadece erkekler doktora gidebiliyor ve kadınların hastaneye gitmeleri günah sayılıyor.

Tabi bu rastladığım ve paylaşmak istediğim, kadının zulme dayanıklılığının ölçüldüğü ülkelerden sadece bir tanesi. Heyyula cüsselerin, egemenliklerini ilan ettikleri minik bedenler. Hangi ülkeye kafamı çevirsem bir sapkınlık söz konusu. Arınmış medeniyetler ya görünmez bir kovukta ya da gerçek olmayanda.

6 Kasım 2008 Perşembe

Midasın kulakları....

“Mustafa” filmine gitmedim. Filmin çıkacağı anı dört gözle beklememe rağmen, müziğini kendi sitesinden defalarca dinleyip mest olmama rağmen, kötü reklamın kokusundan fazlasıyla etkilendim ve gitmeme kararı aldım. Bir anda etrafımı, filme gidip, içerde duygulanıp sümkürülür diye ceplerinde bulundurdukları peçetelere bi dolu eleştiriyi not alan insan ordusu sarıverdi. Bu filme, arkasında da belgesel konusunda bu kadar sağlam biri durunca, gereğinden fazla bel bağlamıştım anlaşılan. Şimdi hissettiğim devasa hayal kırıklığı. Küsüm Can Dündar’a (onunda pek umurunda) . Oysa ben filme kalabalık bir güruh ile gidip içerde bizim beyin bütün uyarılarına rağmen doyasıya ağlayacak, çıkışta çekim yapan gasteci arkadaşlara bir-iki kelam ederken tekrar ağlamaya başlayıp, bir hülya Koçyiğit edasıyla “nereye” diye bağıran kocamı unutup uzaklaşacaktım.

Radyoda iki kişi “Mustafa” filmini tartışırken, - ancak tarih bilgisi olmayanlar bu filmi beğenebilir… diye bir güzel de eziyor. Tarih okumaya bir türlü sabrı yetmeyen ben, giderimde maazallah beğenirim diye iki adım daha geri adım atıyorum kendimi. Kulak kabarttığım söyleşileri sırasında Atatürk adına yazılmış bir sürü kitap adı sırılıyorlar. Hepsi bir, maksimum iki baskı yayınlanıyor diye de serzenişteler.
- Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”
- Hasan Dinamo “Kutsal İsyan”
- Oral Sander “Yakın Tarih”
- Turgut özakman
- Sebahattin Selek

5 Kasım 2008 Çarşamba

Bir tren...

Halsiz trenin tıngırtılarını dinleyerek, bir sağa bir sola yalpalıyorum. Bir ben telaşlı hallerdeyim savrulan tren raylarının savuruşlarından. Kalabalık, olabildiğince sakin. Midem ağzımda bekliyorum yıllar sonra bindiğim trenin durağa ulaşmasını. Sanırsınız vagon içinde çığlıklar alabildiğine. Bir benim kendini boşlukta salınır sanan. Karşımda oturan al yanaklı genç kadının kucağında yampiri tuttuğu çocuğuna bakıyorum uzun uzun önce sonra dizine yavaş ve tereddütle dokunarak “normal mi?” diye soruyorum. Gözlerimdeki korkuyu, yakın zamanda göç edipte çabucak alışmak zorunda olduğu kendi korkusuna benzetiyor sanki. Sakin, vakur elime dokunuyor “korkmayasın, normal’dır” diyor.

31 Ekim 2008 Cuma

SO SORRY

30 Ekim 2008 Perşembe

Neden Şaşırdın?

Şaşılacak bir şey yok beklediğimiz bir şeydi. Hüseyin Üzmez meğer melek gibi biriymiş de bizim haberimiz yokmuş, meğer benim ülkemde sapıklık yapıldığında, benim için küçücük bir kız çocuğu olmaktan öte gitmeyen dişi, Hüseyin amcasının her yerini öpmesinden rahatsızlık duymaz, psikolojik olarak sarsıntılar yaşamazmış. Yaşamamalıda zaten, lakin o Türk Ceza Kanu’na göre kocaman, evlilik çağına gelmiş biri. Evlenebilir, boy boy çocuk yapabilir, ha ola ki tecavüze uğradı o zaman da 14 yaşındaki bebe'nin, sapıkla evlenmesinde hiç bir beis görülmez, olayda burada kapanır. İmtiyaz tanınan şahsı, kapıda kendinden bilmem kaç yaş küçük hanımı ağzı kulaklarında bekler, sanırsınız ki düşünce suçlusu eşini oradan almaya gelmiştir. Kapıda bir vakit sonra beliriverir zat-ı muhterem, bir elinde giysi dolu poşet, diğer elinde törpülenmemiş nefs ile, bir hışım uzaklaşırlar hiçbir şey yaşanmamışcasına. Haber biter siz kendinize geldiğinizde tırnaklarınızı etlerinize geçirmiş bulursunuz. Olan yine size olmuştur.


Bu yapılan nedir? ancak suça teşvik , ahlakın incelmesinin seyri.

Şimdi o, kurulduğu tv kanalının yüksek kolçaklı koltuğunda hayret edilesi delibozuk üslubuyla kendinden emin "Türk Adaletine güvenim sonsuz" diyor. "Haklı" diyorum sonra kanalı değiştiriveriyorum.

28 Ekim 2008 Salı

SESİ KISILASICA

Önceleri sesimizi çıkarmamak konusunda kararlıydık ama bir zaman sonra elime geçen terliği zeminde döverken, arada çığlıklar eşliğinde bağırırken buluyordum kendimi.Bizim bey nispeten daha sakin görünmeye çalışsa da işin sarpa saracağını bildiğinden, ŞAŞKIN. Tamam itiraf etmeliyiz ki yeni evli bir çift olarak aşağıda debelenen yeni yetmenin saat mevhumunun olmamasına, annesinin Pazar sabahı 7:00 sularında kalkıp bir uçtan bir uca oğluna yüksek volüm seslenmelerine karşılık nasıl bir tepki vermemiz gerektiğini zerre bilmiyorduk hala bilmiyoruz çünkü birinin kapısını tıklatıp “rahatsız oluyoruz kardeşim” dediğimizde bize karşı alınacak tavıra dair en ufak fikrimiz yok. Tepinmelerim sonuçsuz ya da en fazla bir gün rahat ettiriyor bizi, sonrasında yine can çekişen adamın sözde şarkı söylemesiyle uyanıyoruz, bir de tıngırdatma durumuna dahi gelememiş elektrogitarla çaldığı şarkılara İbrahim Tatlıses üslubuna yaraşır şekilde İngilizce eşlik gıcırtıları. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum. Olmuyor, sinirlerim harap. Sesini çıkaramayan kapıcımızın sonunda kendini kuran okuyarak yatıştırmaya çalıştığını öğreniyor iyiden iyiye delileniyorum. “Emir kuluyum, ya beni kovarlarsa” diyor serzenişlerimi duyunca. Gece rüyamda binanın yıkıldığını görüp derin bir oh çekiyorum. “Çocuk ses telleriyle sonunda yıktı binayı ” diyorum saçma bulup uyanıyorum.

27 Ekim 2008 Pazartesi

KES SESİNİ!

Yakılan kitaplar gibi yasağız artık. Bu durumda blog yazarı olmaya utanmalı, öyle uluorta ifşa etmekten kaçınmalıyız. İtiraz ediyorum! En doğal hakkım olan hür düşünceyi kim? Ne sebeple elimden alabilir? Öyle eften püften sebeplerle değil, sağlam, mantıklı açıklamalar isterim o vakit karşımda. Kuşatılmış bir özgürlük... Savaşanlar önce mağdur sonra güçlü sonra sinmiş. Alışagelmiş çığlıkları duymazdan gelenlerin her biri kör, sağır. Öylesine tanımışlar ki bizleri, biliyorlar ne müddet sonra sineye çekilecek bize uygun gördükleri. Tevekkül… ötesi var mı zaten?

http://www.bloghareketgunu.com/imza/bloguma-dokunma/

16 Ekim 2008 Perşembe

İstikrar senin neyine Vesayet?

http://www.vidomodo.com/vidomodo/video.php?id=393

Alaca

Ben bir mahallede büyüdüm. İnsanların kapı önünden geçerken zilinizi çalıp hatırınızı sorduğu, paranız olmadığında bakkalın tozlanmış defterine bir çentik daha attığı, çocukların camları kale diye kullandığı, marangoz Kürt hasan amcanın talaşlarının uçuştuğu, hurdacı, patatesçi, salepçi, bozacının naralar atarak geçtiği, filanca hanımın kızı olarak tanındığınız, Laz kızı Emine’nin camdan elişi dersleri verdiği, Janet teyzenin paskalya bayramlarında renkli yumurtalarından, anason kokulu çöreklerinden nasiplenmek için kapısını arşınladığımız, din, dil, ırk ayrımı yapmayan, bilmeyen bir zamanların mahfuz mahallesinde… Sükûnetin damarları, ben elimdeki bebeği bıraktığım zaman çatlamaya başlamış, ayrımcı zihniyetlerin, anlam veremediğim lakırdıları kulağıma çalınmaya başlamıştı bile . Nasıl farklı olabilirdi kara gözlü Nadin aynı onun gibi kara gözlü Ayşe’den, ya Berfin?. Neydi ırkçılık? Bunu çok kısa bir vakit sonra bende anladım. Oysa, ne dilim farklıydı ne de dinim. Ağzı olan konuşuyor misali cahilce yargılamalardan öteye gitmedi benim için konuşulanlar. Ne Kürt kadınlarının ağızlarına sıkıştırdıkları tülbentle ağır aksak yürümeleri eksik olsundu hayatımdan, ne cilveli, yeşil gözlü Laz kızlarının yanık türküleri, ne de Ermenilerin cenaze törenlerinde, kıyafetlerin en siyahıyla görkemli kilise geçitleri. Beş binlik bir pazılın olmazsa olmaz parçalarıydılar benim için her biri. Birinin eksikliği o büyük ihtişamı yok edebilirdi lakin. Peki bu pazılın parçalanması, dağılması kimin daha çok işine gelecekti?.

Irkçılık; sadece dinler, diller kavgası değildir. Bugünlerde bizler başımız açık ya ada kapalı diye birbirimize düşer olduk, bugün bizler sosyal sınıflarımız birbirimize uymuyor diye aynı lokantalarda aynı kap kaçağı kullanmaktan çekinir durumdayız. İnsanın insan olduğunu unutup bi avuç sütü bozuğun lakırdılarına kulak asıp, kardeş kardeşe düştük . Peki ya ölenler? Aynı kan aynı canlar heba edilmiyor mu? aynı insan evladı için farklı dillerde ağıtlar yakılmıyor mu ?. Nedir peki fark? Evlat yine evlat. Tek fark yakılan ağıtların dilleri… Vatan sağolsun diye tabutta saatlerde koynundaki bebeğiyle ağlayan kadın mı daha büyük acı çeken, yoksa Kürtçe sloganlar atarak en önde göğsünü yumruklayarak ağlayan ana mı?

Televizyonda eline kurşunu alıp “işte bizim kalemimiz budur” diyen, köyündeki küçük çocukları etrafına toplayıp, kenarları yırtık defterinden Alfabe’yi öğretmeye çalışan ve “sadece okumak istiyoruz, sadece okumak” diyerek küçük omuzlarında başkalarının alması gereken büyük sorumlulukları yüklemiş aktütün’lü dünya güzeli çocukları ve daha nicelerini elimi uzatıp çekip almak istiyorum cevapsız kalan sorularından, sorunlarından. Birinin derdine göstermelik çareler bulup işin içinden sıyrılmaya çalışan zihniyetlerden.

14 Ekim 2008 Salı

Ne oluyor orda!

Öğle yemeği için müdavimi olunan, sayemizde bolca para kazanan aslı abla yemeklerinin yerine , alışveriş merkezlerinden birinin yolunu tutmaya karar verdik. Kimileri, bu sıcakta ev çekilmez mantığıyla olsa gerek altın günlerini uzun masalara taşımış, kimileri yalnızlığını mağazalara, kimileri ise işsizlikten eli cebinde kara kara düşünmeye vermişti kendini. Alışveriş merkezlerinin yemek katlarında serseme dönen ben, genelde, bininci kez aynı yağ ile kızartılmış patates kızartmalarında aklım kalarak daha sağlıklı ne yenilebilinir diye döner dolaşır yanımdakini çileden çıkarır sonra yine, bininci kez aynı yağ ile kızartılmış patates kızartmalarından alırım. Bu sefer yemeyecektim, kararım katiydi çünkü yanımdakilere nazım geçmiyordu ve kumpir yenilmesi konusunda hemfikir olunmuştu bile. Tepeleme doldurduğum kumpirimle, yampiri sandalyeye mevzilenmiş nasıl bitireceğimi düşünürken ön masada oturan bir kadının “ayıp, ayıp” feryatlarıyla irkildim önce. Masada 3 kişi olduklarını görüyordum ama bağırdığı tarafta kimlerin olduğunu bir türlü çözemiyordum. Bağırılan taraftaki herkesin suratında “kim? ben mi?” bakışı çöreklenmişti nitekim. Aynı masayı paylaştığım arkadaşlarımın, olayı takmıyor havasında görünmesinin aksine ben, arabaların önüne konulan oynar başlıklı oyuncaklar gibiydim. Çırpınışlarım sayesinde öğrendim ki derdimiz, tam da çaprazda oturan bir çiftin romantizmi biraz fazla abartmasıymış. Rahatsızdı bu durumdan teyze. Lakin kanatlarının altında, 13 yaşında olduğunu serzenişleri sırasında öğrendiğimiz oğlu mevcuttu. Gelin görün ki bu hanımteyzeler genelde izledikleri pembe dizilerde, kovuşamayan aşıklar öpüştüğünde “ohh nihayet” nidalarıyla mendillere sümkürür, dışarıda kazara biri sevgilisine buse kondursa koca bir bela oluverirlerdi. Hanım teyzemizin durmaya, susmaya niyeti yoktu güvenlik geldi 16 bilemediniz 18 yaşlarında olan çifti uzaklaştırdı. Sevgilinin yanında racona ters düşen bu hareket karşısında saçları püsküllü delikanlı, “kıskandıysan gel seni de öpiym” diyerek uzaklaşırken mekandan gülüşme sesleri yükseldi.

Bu tarz durumları abartı buluyorum evet ama bu küçük veletlerin de nasıl bu kadar cesur olabildiklerini anlayamıyorum doğrusu. Aslına bakarsanız bende tıpkı koynunda bebesiyle serzenişleri  tavan yapan teyze misali, bu görüntüler karşısında sinirden köpürenlerdenim aslında ama lafım daha çok, meraklı körpelere değilde yaşı kemale ermiş zihniyetlere...

9 Ekim 2008 Perşembe

İzleniyorum




Sadece kendi hayatımı baz alıp, ne kadar rutine bindiğini söyleyip üzülmek istemiyorum şöyle kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda görüyorum ki insanlarda bu monoton düzenden nasiplerini almışlar. Sabah işe geldiğimde karşılaştığım ilk kişi, narin kıçını yine kaldırmak zorunda kaldığı için suratı beş karış olan sekreter kız oluyor, çoğu zaman meymenetsiz suratına bakmadan günaydın deyip, genelde ağızları hep bir şeylerle dolu olan diğer arkadaşlarıma da bol gülücüklü selamımı çakıyorum, sadece kendi kendine konuşmayı seçen, sandalyesine mümkün olabildiğince gömülü, ofiste yatıp kalktığına inandığım müdürümün hemen karşısındaki masa benimki ( ne şanslıyım değil mi?). Bazen varlığını unuttuğumdan günaydın demeyi de unuturum. Beyefendi çok sosyal olduğundan olsa gerek sert ses tonuyla “günaydın” diye kükrer, bende –kim var orda? dercesine pörtlemiş gözlerimle selamına karşılık veririm. Her sabah kahvaltımı okumazsam olmaz dediğim toplam da 3 tane olan blog yazarlarına ayırım, bu arada peynirli çizimi ve genelde soğuttuğum çayımı içerim, öğle yemeğinde sağlıksız yemekler yemeye bayılırım, akşam eve hep yürümek isterim ama minibüs durağının önünden geçerken dayanamaz binerim, önümde hep parayı uzatmaya üşenenler oturur, şanslıysam evde yemek vardır eğer yoksa soğan acısız bile olsa ağlarım, yemekler yenip de tv karşısına geçtim miii… değmeyin keyfime, koltukta oturabilme yeteneğim yoktur, saat 11 dedin mi gözlerim kapanmaya başlar.

Böyle zamanlarda kendimi Truman Show filminde oynayan Jim carey gibi hissediyorum. Biri bizi izleyip fena halde sıkılıyordur diyorum ama BBG evlerinin bi dönem müptelası olan bir millet olduğumuzu düşününce tereddüt ediyorum. Biri ,ben 9 saat popom sandalyeye yapışana kadar otururken, boyum kadar olan ütüleri bitirmeye çalışırken, lokantada hep aynı çıkan yemeklerden hep aynı olanını seçip yerken, bulaşık makinesini boşaltıp, çamaşır makinesini doldururken umarım keyif alıyordur… Umarım.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Ne vakit?

Hiçbir akıl yerinde değil şu vakit. Yorgun gözlerle konuşup duruyorum, çöreklenip durduğum tökezleyen sandalyelerde. Kulağımda süregelen hoş bir ud tınısı. Zor olmadı anlamak, benmişim meğer yorulan, bir dizim yerde tökezleyen.

Sade insanın kendi derdi değilmiş meğer canını acıtan. İçimdeki suikastın faili meçhul. Görünen vitrin olağanca renkli, albenisi bol. Koyverseler gider miyim?. Bir sevdiğimi alırım yanıma, bir de dedemin köstekli saatini.

18 Eylül 2008 Perşembe

Ah keşkem ah keşkeem...



Hayatında okul mantığını hiçbir zaman tam manasıyla kavrayamamış biri var karşınızda. Benim açımdan, nasıl olup da İnsanların okula bu kadar sadık kalabildiklerini anlamak pek mümkün değil, çünkü ben okulu illaki eker, bilemediniz sabah derslere girip öğlen yemeğimi yiyip sıvışır bir an önce kendimi ya iş yerinde ya da sevgilimin okulunda not tutarken bulurdum. Ben bir güzel sanatlar öğrencisiydim. Kaçırmamam gereken ana derslerimi ekip, annemle kahvaltı sefası yapmayı tercih ederken, gitmesem de olur dediğim Sunay Akın derslerine defalarca girmiş hatta artık dersini almıyor olsam dahi alt sınıflara eşlik etmişimdir. Aynı hararetle anlatadurduğu öykülerin her kelimesini birebir ezberlemiş olmama rağmen ilk defa dinliyormuşum gibi keyif alır, sıranın altına sakladığım çaydan bir iki demlenirdim.

Pişman olacağım hallerin aslında yaşarken farkındayım, gelin görün ki rahatlığın tadı da bir başka. Ne zaman ki arkadaşlarınız cillop kıyafetlerle, ailelerini koluna takıp mezuniyete gelir, ne zaman ki, salonda, sınıfınızdan arkadaşlarınızın ismi okunup yanaklar en sevilmeyen hoca tarafından yalap şap öpülürken bir kağıt parçası ellerine tutuşturulur , işte o zaman “keşke” dersiniz. İtiraf ediyorum PİŞMANIM. Derslerimi ektiğim için, hocaya diklendiğim için, bu kadar pahalı bir okulda okumayı seçtiğim için, sanatçı olmayı matah bir şey sandığım için, okulda olur olmadık insancıkları yakın gördüğüm için, dersin var mı? diye soran sevgiliye “yok valla, nerde buluşalım?” dediğim için, güzelim kantininde oturup küçük kağıtlara, kopya hazırlayamadığım için çok çok çook PİŞMANIM.

DURMAK YOK YOLA DEVAM

Başka bir ülkeye kaçmak istiyorum. Evet, bunun adı kaçmak. Kör bir sistemin içinde debelenip duran, birinin kursağından ekmek geçmezken bir diğerinin ne iş yaparsa yapsın kazanılmaz dedirten paralara sahip olduğu, kolay yıkanılan beyinlerin cirit attığı, eve içi kum dolu bir havuz yaptırıp na-hoş haberler çıktımı başını kuma gömüp, çıkardıktan sonra da ‘Hamdolsun iyiyiz’ diyebilen zihniyetlerden bir önce kaçmak, uzaklaşmak istiyorum. Yalnış seçimler yaptığımızın herkes farkında, farkında olmasına farkında da doğru neydi peki? Doğru var mı? Doğru olanı bizler çözemesekte, onların parlak bir fikri vardı. Bunun için öyle çok fazla kafa patlatmaya gerekte yoktu lakin aç insana  bir küçük altın, bir kutu makarna, kapı önüne yığılan biraz kömür neler yaptırmazdı ki?.

Hamdolsun ki, Elektriğe yılbaşından bu yana yüzde 57.72,  doğalgaza yapılan zamlar yüzde 35, benzin fiyatlarına yapılan zamlar gün itibarı ile yüzde0.85 ile yüzde 1.28 oranında artmış. 


20 Ağustos 2008 Çarşamba

Deniz nerede?

Geçen hafta sonu Gökçe adadaydım. Bir gece kalmak için yapılacak, akıl karı bir iş miydi? Kesinlikle hayır. Ama denize girmek bana iyi geldi mi? Kesinlikle evet. Uzun zamandır gitmeyi planladığımız bu küçük kaçamağa sonradan dahil olmak isteyen arkadaşımız ve eşi ile beraber gecenin karanlığında çıktığımız yolculuk biraz uykusuz geçse de, arabayı kullanan ben olmadığımda olsa gerek, pek de keyifli başladı aslında. Yeni evli olan çift ile beraber çıkılan yolculuk süresince arkadaşımızın eşini tanıma fırsatım olacak, önyargılarla yaklaşılan taraflarımız bu sayede törpülenecek diye kendi kendimi kandıradurduğum adaya ilk ayak basış saniyelerinde, kişi kendini belli etmiş, negatif elektriğiyle bünyeleri sallamaya başlamıştı bile. Kendisi bankacı olan, hatta yakın zamanda da terfi eden, saçı bukleli, gözü yeşil, yüzü çilli bu şirinmi şirin görüntüye sahip zeki kızımız adanın ne anlama geldiğini bilmediğinden olsa gerek bizim beye tam 7 kere “deniz nerede?” diye sorarak bizleri 7 kere dumura uğratmış, kalacağımız apart’a vardığımızda masada oturan müşterilerden birine 8’inci kez soraraktan bizi o andan itibaren geldiğimize geleceğimize pişman etmiştir. Bunu kaldırabilirdim. Evet, ama gittiğimiz her noktada ağzından çıkan ilk kelimenin olumsuz olmasına, “yok yok şaka bu, bir insan bu kadar saçma cümleler kuramaz” dedirten muhabbetine katlanmak, hele birde buna akıllı sandığımız sevgili eşinin de eşlik ettiğini görmek bizi gerçekten fazlasıyla sersemletti. Şu iki günün bizim için ne kadar zor geçtiğini, buradan yapılanları bir bir yazsam destan olacağını anlamışsınızdır sanırım. Arkadaşını tanımak istiyorsan ya iş yap, ya da yolculuğa çık diyen pamuk elli nineleri, dedeleri buradan öngörüşlü oldukları için saygıyla selamlıyorum. Beyimin arkadaşları olmaları nedeniyle edemediğim laflar kursağıma düğümlenirken yaşadığım ızdırabı aynı zamanda sakin olan ama tabiri caiz ise dellendimi gözü hiçbir şeyi görmeyen sevgiliyi telkin etme görevide bana düşünce gerçekten zor bir hafta sonu oldu diyebilirim. Siz siz olun zaten baştan kafa yapınızın birbirine uymadığını düşündüğünüz kişilerle değil mavi tura, iki günlük yolculuğa bile çıkmayın.

30 Temmuz 2008 Çarşamba

ANMASINLAR ADINI CANDAN ANAN DUDAKLAR



Bazı insani duygulardan arınamasak bile en azından aza indirgemek insanın gözüne sokar şekilde ifşa etmemek yanlısıyım. Yanlısıyım ama ne kadar icra edebildiğim konusunda kesin verilere henüz ulaşabilmiş değilim. Bahsettiğim bu insani dürtünün adı “KISKANÇLIK”. Bu duyguyu hissetmeye başladığınızda artık önünüzde iki seçenek var demektir. Bunlardan ilki, kan kusturan bu duyguya, içimizde naçizane bir yer ayırıp, onurumuzu, kendimize olan saygımızı, diplerden hala siyah çıkan saçları; naylon iplerde, renkli mandallara asılmış halde sere serpe dalgalanmış bulmak. İkincisi ise; panik yapmamak, yuvalarına sığmayan göz bebeklerini, kibar ve kıvrak bir el hareketiyle mümkün olduğunca yerlerine oturtmak, alınan güzel bir kıyafet kıskanılmışsa etiketin dışarıya çıkmış olmasını dilemek, bizi kıskandıran, yolda sevgilimizin karşısına çıkan eski güzel kız arkadaşıysa tenha’da kıstırmak yerine, uzattığı eli sert bir şekilde kavrayıp sıkmak, sıkmak, sıkmak ve sevgiliye “ne kadar da medeni “ dedirtmek.

Küçük yaşlarda kıskançlığın geçici bir durum olduğunu ve büyüklerin asla birbirlerini kıskanmadıklarını düşünürdüm. Nasıl böyle bir kanıya vardım bilmiyorum. Lakin geçmiş yazıları okuyan arkadaşlar hatırlayacak ki, küçükken ciddi bir saflık mevzu bahismiş. Hani geçecekti? Peki, o zaman ben neden hala beyaz ellere yakışan kırmızı ojelere, doğal sarışınlara, doğuştan estetikli minik burunlara, noktalamaları konuşurken dahi kaçırmayanlara, saat 4 te işten çıkıp benden daha fazla maaş alanlara, tatili bir ay olanlara KILIM?.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

KÖY ÖĞRETMENLERİ




Kendini şanslı addeden kişilerden oldum, olmaya çalıştım. Olanaksızlıklar çıktı karşıma tabi ama çoğunu kabullenmeyip daha iyisi için çabaladım. Bulunduğum konumdan şikayet etmek ancak nankörlük olabilirdi. “Buna mı üzülüyorsun?” dedirten şikayetlerim, gözyaşlarımda oldu elbet, sonrasında kendime kızdığım, kendimden utandığım şımarıklıklardı bunlar.
Yıl milyon. Köy kokan, saçları kınalı, eteğinin önünde kemer niyetine kullandığı lastik, elleri yaşlı zeynep’le tanıştım isyan yıllarımda. Karşısındaki koltukta oturup, kafasını bir kez olsun yerden kaldırıp yüzüme bakması için bekledim. Ne başını kaldırdı, ne de tek bir kelime etti. Yanındaki halası onun adına konuşuyor, onun isteklerini anlatıyor, birkaç gün bizde kalıp kalamayacağını da laf arasında ilave ediyordu. Akranlarıyla olması iyiydi belki ama bizim açımızdan üzerinde barındırdığı kokuya alışmak zordu. Niyeti okumaktı, ya da o vakitler biz öyle zannediyorduk. Şanslıydı da bu konuda, şayet isterse köyden ayrılıp, İstanbul’da okuyabilecekti. Zeynep’le kısa bir yürüyüş yapmak için biraz baskı uygulandığını itiraf etmeliyim. Konuşmuyor, gülmüyordu. Zorlanılan bu yürüyüş sayesinde, uzakların öyküsünü dinleme şansım oldu Zeynep’ten. Uzakların yolları engebeli, şikayeti çok, cümleleri azdı. Çok uzun bir zaman Zeynep’in etkisinden kurtulamayarak köy öğretmeni olmak istedim. Ben; yan oda da bile yalnız uyumaya korkan judi, gidip köy yerinde kendime bakacak, Mumu bile yakarken, ateşi eline isabet ettiren “ben”, okula km’lerce yürüyerek gelen donmuş, minik bedenleri, soba yakarak ısıtacaktım. Dokunurken bile dişlerimin gıcırdadığı yün çorapları, kardan sırılsıklam olmuş ayaklarıma giyip, günün yorgunluğunu şehri anlatan kitapları okuyarak atacaktım. Zor olacaktı ama ben kendimle, onca yolu okumak için gelen esmer tenli, minik elli her çocukla gurur duyacaktım. Yapamadıklarıma üzülüyorum elbet, ama sadece oraya giderek değil oturduğum klimalı odadan da bir şeyler yapabilirim onlar için. Belki bir kitap, belki bir pabuç….
Zeynep’e gelince okumayı değil, aşık olmayı seçti. Okumak için değilse de aşk için çok acılar çekti. Psikolojisi günden güne bozuldu. Birkaç kez evden kaçtı. Şimdilerde akıbeti nedir? Bilmiyorum.

24 Temmuz 2008 Perşembe

US



Yıl binbilmemkaç. Ergenliğin en tazecik yerinde yapayalnız, salak bir ifadeyle dolanıp, tanımaya çalışırsınız etrafınızdaki kalabalığı. Hayata ikinci doğum başlamıştır artık. Tek bir farkla, bu sefer sancı çeken tarafta siz varsınız. Sakin olmakta fayda var. Eril ya da dişil toplumsal rolü seçmemiz gerektiğini fark eder, karşımıza çıkan bizi bizden alan mümkünse bizden birkaç yaşta büyük birini incelemeye alır, hal ve tavırları birebir kendimizde uygulamaya başlarız. Buna imitasyon halimizde denilebilinir. Aslında ergenlik bir nevi insanın “erdiğini” sanma halidir ki, bu düşünce de tamamen hatadır. Kapılar yumruklanır, amortisörleri bozuk kamyonet gibi yürünür, saçlar taranmaz, ayakkabı özellikle bağcıklısından alınır ve asla bağlanmaz, sonradan bilek ağrılarını tetikleyecek deriler, özenle kol morarana kadar sıkıca sarılır, sarılır. Sizi bilemem ama ben ergenlik dönemini isyanlarla geçirdim. Protestoydu. Doğurulmama, alınmayan kazağa, düz durmayan saçlara isyan. Evde tek ergen olmamanın yanında İlkokula yeni başlamış, “e” harfine sürekli “a” diyen, kapanan kapıların önünde ortalığı ayağa kaldıran, ağlamasıyla her zaman tepenizde, özgürlüğünüze ayakları yetişmeyen kanepenize yayılarak sırıtan küçük kardeşte eşlik edince dadından yinmedi . 

21 Temmuz 2008 Pazartesi

TOMBUL

Kilo alıyorum. Orantısız, sağlıksız ve de selülit yapan cinsinden. Hayatım boyunca “maşallah! etli butlu” diyerek etlere bir iki tane şaplatılan çocukların yanında “aaa bu kim ayol? Pek de zayıf” denilen ortanca çocuk oldum. Lakin ablam etleri dövülerek sevilen, bundan hiç de memnun olmayıp nemrut surat ifadesini takınan ağır, tombul kız. Bense; yediğini çıkaran, lokmayı yanaklarda biriktiren, sofra kurulmaya başlandığı anda bütün dünyası kararan, minik, çiroz, hiperaktif çocuk.

4 Temmuz 2008 Cuma

YABAN-CI

Daha küçük yaşlarda anneannemin evinin arkasındaki büyük bir sığınaktı ağaçlarına tırmandığım, papatyadan taç yapma şerefine nail olduğum, şimdilerde pek inandırıcı gelmese de dalından ellerime kırmızı tonlarını bulaştıran dutları kopardığım hayal alemi. Kenesiz çimenlerin bir tarafına sessizce oturup uğur böceklerinden burcunun saçını, yaseminin bisikletini medet uman kız topluluğu, diğer tarafına ise, koca göbekleriyle konuşlanmış filancahanımteyzenin torununu, kocasını, metresini hasbıhal eden latifeler dizilirdi. Tazelenecek demlikler bir kenarda fokurdarken yaptıkları hoşbeşe eşlik etmeye kalkan yeni yetme güruh’u içlerinden en gudubet suratlısı belki de kendilerinin bile hoş karşılamadığı, edepsizce yapılan yorumlardan bizi uzaklaştırır, sohbet koyulaştığında ise bizim yanı başlarında oturduğumuzun farkına bile varmazlardı. Duyduklarımdan hiçbir şey anlamamanın, bu kadar seri nasıl konuşabildiklerinin, tekerrürlerinin, kınamalarının mantığını kavramaya çalışır, bocalar, sıkılır ve sonradan çok pişman olacağım karınca yuvalarını katlederdim. Cümlelerin çoğunda tövbeler, günahlar, yermeler havada uçuşur, konuşmayı yapanların hepsinin birer pirüpak olduğuna kendimi şartlandırır, günahkâr ilan ettikleri kişileri kazara yolda, bakkalda gördüğümde ise dikkatlice yüzlerine bakıp günahlarının yüzlerine yansıyıp yansımadıklarını anlamaya, geceleri maskelerini çıkarıp yeşil suratlarıyla uyuduklarına inanırdım. Bununla da kalmaz gözlerinin içine sertçe “ seninle ilgili her şeyden haberim var. Tüü!” bakışları atıp, karşımdakinin hepten beni deli zannetmesi için gerekli zemini de hazırlardım. Çoğunun oturmaktan müzmin bacak ağrılarına sahip olduğu içlerinden illaki birinin daha patetik yorumlar yaparak ilginin odak noktası haline geldiği, hepsiyle tek tek konuşsanız iyi olduklarına kanaat getireceğiniz bu masumane çay sohbetlerinden edindiğim sağlam batıl inançlarım, kuvvetli empati yeteneğim, üç numaralı bakışım, çay müptelalığım, karınca yuvalarına sonsuz saygım peyda olmuştur. Hafızamın en korunaklı bölgesinde yer eden havzı hayalimin yerinde, dış cephelerinde birbirinden alakasız renklerle döşenmiş btb kaplı binalar çöreklenmiş durumda. Mahallede, artık ne tanıdık bir sima, ne ağaç, ne de kulak kabarttığım teyzeler kalmış. Ben yaban, onlar yabancı. Şimdilerde, rast geldiğim kadın muhabbetlerinde, ne yüzümde ister istemez oluşan acemi dedikoducu tebessümüm, ne elimde her an devrilecek korkusuyla ev sahibinin gözünü diktiği tabağım, ne de empati yapmaları için ortaya attığım beylik laflarım kaldı. Artık sadece etrafta gezinen çocukları kovalıyorum fütursuzca edilen sözleri duymasınlar diye.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

NASILSIN? İYİMİSİN? SORARSAAAM? SÖYLERMİSİN?


Son zamanlarda kadınların evrime uğradıklarının, sokaklarda neredeyse çirkin kadın kalmadığının farkındasınızdır. Bu durum acep kredi kartlarının ortaya çıkmasından önce mi yoksa sonra mı tecelli etti ?. Eskilerin aynı tip etek giyen, saçlarını mümkün mertebe toplu tutan, üzerlerinde iş yaparken terletmeyecek türden penyeler bulunan annelerin yerini çıtır kız görünümlü hanımlar, ergenlik yaşında olduklarını ancak acemice yaptıkları tonluk makyajlardan, tek tip giyimlerinden, ağızlarında 4 sakız varmış gibi geviş getirerek konuşmalarından anladığım çocuklar almış durumda. Hâşâ modaya karşı olduğumuz falan yok. Lakin değer mi dar kot moda oldu diye etleri 2 kişinin yardımıyla içine tıkıştırmak sonrasında da bu sıcaklarda pişik olmaya?, portakal kabuğuna dönüşmüş baldırları sergilemeye?. Sokaklarda sağım solum önüm arkam birbirine tıpatıp benzeyen küçük kadınlarla dolu. Kollarına astıkları, genelde kendileriyle aynı boyda olan çantaları onları biraz daha şehvet-engiz bir yürüyüşe zorlarken, benim gözümde canlanan sahne, annesinin topuklu ayakkabılarını ve makyaj malzemesini gizlice kullanan küçük kızlardan ibaret oluyor. Bu küçük kadınların omuzlarındaki boşluğu yine modayı en az kız arkadaşı kadar hatta belki de daha fazla takip eden jöleli saçları ve marka takıntıları ile erkek arkadaşları dolduruyor.

Tüketime bu denli yatkın oluşumuzun en acı yanı, doğanın artık bizi koruyamıyor olması. Modaya duyduğumuz sadakatin yarısını bile doğaya gösteremeyişimiz ne acı değil mi?. Ellerimizde geri dönüşümü olmayan marka baskılı poşetler, ozon tabakasının anasını ağlattığımız parfümler, deodorantlar, katlederek canları alınan ama üzerimizde pek şık duran hayvanlar. Kime ne dünyanın gidişatından? Zaten dünyanın susuzluğunu, açlığını biz değil, çekse çekse çocuğumuz bilemedin torunumuz çeker oda bizi enterese etmez. Tersini düşünenlerin kaçta kaçı bir şeyler yapmaya çalışıyor? peki bu uğurda savaşanlar çok yalnız değil mi? Televizyona çıkıp senelerdir feryat eden TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin KARACA artık yorgun artık küskün artık parmağı yukarda uyarıyor insanoğlunu. Dinlediğimizde azda olsa bizi düşündüren sözcükler sonrasında yerini boş vermişliğe bırakıyor. Lakin vakit o vakit değildir, vakit %50 hatta 70’lere varan indirimleri değerlendirme vaktidir.

24 Haziran 2008 Salı

İşte oraları öyyylee...

Neden doğum günüm yaklaştığında buhranlar geçirdiğimi bir anlasam. Doğum günlerinin ya da kutlanması zoraki özel günlerin birer dayatma olduklarını düşünmeme rağmen unutup da aramayan arkadaşlarım olduğunda, ya da sevgilimin herhangi bir sürprizle gelmediğini gördüğümde neden sinirleniyorum? Şimdi şöyle de bir durum var ki ben kimsenin doğum gününü hatırlamam dolayısı ile hediye almışlığım ya çok az ya da alelaceledir. Neyse ki zevkli kızımdır, o yüzden bu konuda yırtmış olabilirim.

Küçükken bir an önce büyümeyi hayal eden arkadaşlarımın aksine ben büyümeyi; seksek oynayamamak, kara şimşeğin bitmesi, eti puf ve fruko içememek olarak nitelendirirdim. Büyümenin benim için tek iyi tarafı vardı o da sabahın köründe kalkıp okula gitmiyor olmaktı. Böyle bir düşünme yapısına sahip olduğuma bakılırsa mahallenin en saf çocuğu da bendim sanırım. “Yaşlanmaktan korkmuyorum” diyenlerden olamadım maalesef. 5-6 yaşındaki çocukların bana 18’li yaşlarımda “ teyze” demelerinden duyduğum şişkinlik ve bıyık altı gülüşümün yerini şimdi “teyze değil abla diyeceksin” gibi uyarılarda bulunan Ayşen Gruda modeli aldı. Hâlbuki bildiğin teyzeyim işte. Zaten ben daha 28 yaşım da bu buhranları yaşıyorsam ileri ki dönemlerde nasıl bir halet i ruhiye içinde olurum acaba? Off! artık onu da Süpermen düşünsün.

11 Haziran 2008 Çarşamba

DELİBOZUK

Çıktıkları programda sorulara metanetle cevap veren, birinin nasıl olupta diğerinin cümlelerini tamamlama ve aynı görüşte zerre fire vermeden konuşabildiklerine şaştığım iki genç kız. “Bize öğretilenler” diye başlayan cümlelerle dolu beyni, emin olamadığı tarih bilgilerini tasdiklemesi için mutemet dostuna kaçamak bakışlar atıyor sürekli. Öğretilerine o kadar bağlıydılar ki, cahilce savundukları Humeyni rejimini bile ÖZGÜRLÜK diyerek ifşa edebiliyorlardı. “Sosyal olmak istiyorum” diye atılıyor saç tellerini iç sıkan kahve tonuyla sıkıca kapamış, gözlerinin altına incecik sürdüğü kalemle iyiden iyiye sert ve donuk bakışlara sahip, konuştuğunda dudakları cümlelerinden bağımsız hareket eden diğerine nazaran daha korkusuz olanı. Arada ellerine kayıyor gözleri. Ettiği beylik lafların başına dert olup olmayacağını düşünüyor belkide. İstedikleri özgür olmaktı. Ama savundukları rejim nedense tam tersiydi. Delibozuk laflar uçuşup durdu program esnasında. “Başıma bişey gelmeyecekse Atatürk’ü sevmiyorum” dedi pek özgür bulmadığı ülkesinde.

29 Mayıs 2008 Perşembe

B.ş

İzleyip etkisinden bir türlü kurtulamadığım programlar var benim. Gerçekliğine asla inanamadığım ama kıroluğuda elden bırakamayarak “ ayy bu ne ya “ diye tv ye azımdaki lokmaları sıçrattığım naçizane programlar.

Müthiş performansı ve konu içerikleriyle beni tamda yeniyetme zamanlarımda yakalamıştı “Yetiş Fato”. Her izleyişimde gözlerim yuvalarında dönüyor o böyle, afidirsiniz lama misali azını her doldurduğunda bizlerde evlerimizde tetikte bekleyip tv’leri suluyuveriyorduk. Ablanın kapı çalma adeti de yoktu. Bir cinlik efendime söyleyeyim bir hinlik sezdi mi Süpermen misali evin içinde beliriveriyor “ ne yapıyosun sen utanmıyor musun? tüüüü” deyip ortalığın tozunu attırıyordu.. En son programda yer alan zekası tavan yapmış kadınceyizlere orasını burasını elleten imam efendi ye öyle bir tükürük sallamıştı ki adam bi hafta içinde intihar etmiş, bir nevi tükürükle boğulmuştu.

Haksızlıklarla savaşan, mikrofonu çok sinirlendiğinde kafaya kafaya indirerek adalet arayan, bol keseden tükürükleri sallayarak yanında damacana gezdirmek zorunda kalan halk kahramınımız için 3 kere tü tü tü…

Akılda kalanlar:
-napıyosun sen burda!?
-yani fatma apla,o şekilde bu şekilde şu şekilde..
-neyy?
-fatma apla biz yani burda, o şekilde bu şekilde şu şekilde şey oldu yani..
(fatma girik arkasından eve dalan ekibine döner ve yarılarak ) -ne diyo bu be?
-yani fatma apla, biz yani bu şekil..
-haayddaaaaa!!

27 Mayıs 2008 Salı

KÖRPE

Ben ne ara 28 oldum allasen ? Tam manasıyla istediklerimi yapabilmem için arada 18li yaşlara yeniden geri dönmem bir nevi ışınlanmam akabinde pek keyif aldığımı söyleyemeyeceğim buhranlı öss sınavlarına tekrar tekrar girmem gerekiyor. Aksi halde kendimi kendime fena borçlu hissedeceğim. Ki bu durumda sanırım başka bir şansımda yok. Ya zaten ben bu ışınlanma zımbırtısını bunca zamandır neden icat edemediklerini de düşünüp duruyorum. Klonlamayı başardık velhasıl anlıkta olsa kaybedemiyoruz. Neyse malzeme parası ben vericim valla.

Ne zaman ki kuzenleriniz ve bacaklarınıza yapışıp gezdirmeniz için sümüklerini uzatarak ağlayan kardeşiniz 20li yaşlara gelmiştir ve sizden bi hayli uzun olmuştur, ne zaman ki özellikle en küçüğü gidip alınan pastaların üzerine artık mumlar sığmaz duruma gelmiştir ve kendi kendinizi “her yaşın bir güzelliği var” diye avutmaya başlamışsınızdır işte o vakit yaşlanmaya da başlamışsınız demektir. Neyseki daha 5 gün suda beklemiş durumuna gelmeme çook zaman var. Var di mi? Artık insanlar yaşımı her soruşunda önce annemin yüzüne bakıyorum. Çünkü ne zaman onun yanında sorulsa bir yaş ufaltarak söylüyor ve bu konuda kimse onunla tartışamaz. Çocukları gözlerinde hiç büyümediği için mi böyle der ebeveynler yoksa kendi yaşları ortaya çıkmasın diye mi? işte orasını bilemiyorum.

Hafta sonu izlediğim filmden de etkilenip henüz 20’li yaşların keyfini sürerken yapmak istediklerimin listesini çıkarayım dedim. Liste uzadıkça uzadı ve ben listenin sonunda maymun iştahlımı yoksa hayatın zorluklarını bilmediği için her haltı isteyen bi körpecik mi olduğumu çözemedim. Şimdi o liste nerede bilmiyorum. Piyano ders ücretlerini gördükten sonra pek karşılaşmak da istemiyorum açıkcası. Bu durumda bir org alıp dersleri düğün salonundaki bir abiden mi rica etmeli o konuda da kararsızım.


15 Mayıs 2008 Perşembe

Persepolis



Marjane satrapi'nin resimlediği müthiş filmden haberdar olmayan izlemeyen kalmasın istiyorum. Özellikle Türkiye'de tekrarlarının sürekli gözümüze sokulduğu çocukların ilk küfürleri öğrendiği "Şaban" filmlerinden, hangisi daha çok meme ucu gösterdi diye geç saatlere kadar beklenilen magazin programlarından daha çok gösterilsin istiyorum. Gösterilsin ki tam da karşımızda duran ve hızla üzerimize gelen felaketlerin en azından bir kısımının farkına varalım. Gösterilsin ki bu patriyarkal otoritenin, phallus hakimiyetinin sadece kadınları değil erkekleri de nasıl aciz bırakacağını, bu çıkmaz yola en çok da onların sayesinde girildiğinden, sonrasında duyacakları pişmanlığın içlerini nasıl da kemireceğini görebilsinler.

Bir tarafta iranın 20 yıl içerisindeki değişimini, diğer tarafta bu rejime karşı duran ve tek başına kampüste parmağını kaldırıp korkusuzca savunma yapan kızı boğazım düğümlenerek izledim. Tevekkül ettiğimiz ve birimizin bile parmağımızı kaldırıp gerçek bir savunmaya geçmediğimiz nereye gidecek diyerek sabır çektiğimiz durumları düşünüp mendilimin kuru yerlerini bulmaya çalıştım.

Bir babanın kızına "annenle bu sokaklarda elele yüreyebilirdik"demesi bir dönemlerin muasır olan ama şimdi kör olmuş, kör oluşunu izleyip buna nedamet getirmeyen bir ülke olduklarını ve şimdi gerçeklerle nasılda acı şekilde yüz yüze geldiklerini, omuzu sertçe dürtükleyen kocaman bir el gibi rahatsız etti beni. Annesinin alanda "özgür olmanı istiyorum dönme bir daha" dediği kızının aslında kafes hayatına alışmış ve serbest bırakılan bir kuştan hiç farkı yoktur. İşte bu yüzden hiçbir yere kendini tam anlamıyla ait hissetmeyecek, gittiği ülkede sadece mimetik tavrıyla ne kendini ne de yanındakileri mutlu edebilecekti.

Libidoları tavan yapmış, ALLAH katında taa bilmem nerelere ulaştıklarını sanan, sadece kadının saç telinden duyulan sapıkça dürtüden değil erkeklerin dahi giyindikleri kot pantolana kadar karışma hatta tahrik olduğunu bile dile getirmekte bir beis görmeyen ceberrut kişilikler etrafımızı sarmışken, ülke için bir gün iran olur mu? sorusuna çok sağlam doneler sunan  filmi binlerce kez  izlemek ve izletmek boynumun borcudur. 

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Look'ta Gör


Şimdi yukarda yer alan resmi şöyle bir incelemeye alalım. Öncelikle Kraliçe 2. Elizabeth resimde sandıktan çıkardığı yüzyıllık üzüm salkımlı kıyafetiyle bile nasıl da kadir-i mutlak duruşa sahip fark ettiniz mi? Şimdi ise hemen sağında yer alan Abdullah Gül'ün duruşuna şöyle bir göz atmanızı önemle rica ediyorum.

13 Mayıs 2008 Salı

TATİL



Tatil. Bunu yazarken bile suratımda oluşan ifade içimde kıpırdanan manasız heyecanı çok seviyorum. Geçecek bunlar, nasıl olsa tatile gidiyorsun diyerek kontrol altında tutmaya çalışıyorum arada bocalayan ruh halimi. Şimdi her şey sadece 1 hafta olan ve hala hazırda onaylanmamış tatilin üzerine kurulu. Aldığım elbiselerim, pabuçlarım ve tabii kitaplarım. Tatil yerini seçmekte her zaman ki gibi pek zorluk çekmedik. Zaten aşık olduğum siluetinin güzelliğine bakmakla doyamadığım olimpos’a bir günde olsa gidip ayağımı serin sularına sokmak ve bacaklarımı çimdikleyen balıkları abuk sabuk yüzme stilimle kovalamak istiyorum. Sahil boyunca yürümek, geceleri sanki bi anda hepsi tepeme inecekmiş kadar yakın duran yıldızlara uzun uzun bakıp bir de işi amelelik boyutuna getirip zaten çıkmayacak resimlerini sevgilimin ikazlarına rağmen çekmek istiyorum. Börülcemle kurduğumuz hayallerin bizim bile tezahür edemeyeceğimiz durumlarla sonuçlanmasını diliyorum. Amin.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

DELİ DUMRUL YASALARI

Deli dumrul yasalarını duydunuz mu? Yakında duyacaksınız o zaman. AKP kapatma davası devam ededursun hükümet, başta büyükşehirler olmak üzere, belediyelerin gelirlerini yüzde 30 artırmaya yönelik, kamuoyunda “Deli Dumrul yasası” olarak bilinen düzenlemeleri yasalaştırmaya çalışıyormuş ki kesin başarılı olacak. Neden mi?. Çünkü halk buna sesini çıkarsa da kimse aldırmaz, baktılar fazla abartıyolar sokaklara falan çıkıyolar hakları için, o zaman bi güzel sopalar, basar biber gazlarını oldu bitti. KAPIMIN ÖNÜNE PARK ETTİĞİM ARABAM İÇİN VERGİ ÖDEMEK DİYE BİR SAÇMALIĞI KABUL ETMİYORUM diyemezsin aslında bunu büyük harflerle bile yazmamalı mıydım?.  Tabi bu sadece benim takıldığım maddelerden bi tanesi. Bu vergileri düzenleyen amcalarım, abilerim ülkenin açlık sınırından haberiniz var mı? Yoksa yok mu ?. Yoktur tabi canım bilseniz bunlar olur mu?.

Bu ükeyi terk etmek mi lazım?. Yoksa zaten istenen bu mu? Tıpkı işten çıkarmak istedikleri birine yıldırma politikası uygulanması gibi.

Sokakta yürürken ne çok insanın kendi kendine konuştuğunun farkında mısınız? Ya da kendimiz dahil yakın arkadaşlarımızın ebeveynlerin sürekli depresyon hallerinin. Kafayı memleket olarak yavaştan değil gayet süratle yediğimizi görebiliyor musunuz?. Bu memlekette işten 6 da çıkanların sayısının ne kadar az olduğunun farkında mısınız?. Ya aynı işi yapıp birimizin 1 diğerinin 10 aldığı durumlar? Trafiğe girmeyenimiz var mı? İşinde mutlu olanları da sormak lazım. Ay sonunda cebinde para kalanlar? eh bu kadar mutlu bir ortam sağlanmışken Halk ekmeği kuyruğu önünde 3 lira için sabahlayıp ekmek alan anneler varken biraz daha vergileri arttırsalar ne olur? Yasanın adı durumumuza nasıl da uygun değil mi?

9 Mayıs 2008 Cuma

EKŞİ

- evinin kadını cocuklarının anası olacaksın uleyyn!
- 3+1 mi?
- evet
- klima var mı?
- evet
- tamam kabul ediyorum

Hayatın Pause Dügmesine Basılması: DEPRESYON

OOf bayılazaaam şimdi... Alışkın olmadığım bu depresif ruh halinden acilen kurtulmam lazım. Kafamda oluşan binlerce soru. Hiç üstüme gelme düzeltemiyeceğim şeyler istiyosun. Hayır olur yanı varsa amenna, tükan senin.

Üstüme üstüme gelen monitörden uzaklaşmak. Yanımdaki masada çalışan arkadaşın "bu kadar iş var mı yahu" dedirten susmayan, sanki hepimizinkinden daha çok  "çıt - çıt " eden mause'unu kırmak yok yok güzelce azına tıkmak istiyorum. Üşenmeden sürekli kendine çay-kahve servisi yapan, koridorun sonundaki sekreterin üstüne kusmak, joker gibi suratına bağırarak "gülüp durma beeee" diye çemkirmek, hayatımda bi kere denediğim onda da anneme yakalandığım iğrenç tadı olan sigarayı dertli dertli içime çekip sigarayı yeni bıraktığını öğrendiğim müdürümün odasına odasına üflemek istiyorum.

Uzun, sessiz, kimsenin karşıma çıkmayacağı, kulağıma beni sakinleştirecek "seni anlıyorum" sözleri içeren "king of convenience" şarkıları çalınsa.  Km'lerce yürüyüp üşüsem. Evin kapısını, bir yerde unuturum korkusuyla sıkıca tuttuğum yeni aldığım mavi kaplı kitabımla açsam kahvem yapılmış ve kitap bitene kadar hep sıcak kalsa. Saatlerce uyusam, Yann tiersen bana piyona çalsa...

8 Mayıs 2008 Perşembe

ATMA HOCAM HEPİMİZ MÜSLÜMANIZ

Bugün hürriyetin manşetine konu olmuş Haberin detaylarında; bir gecede ALTMIŞ kere beraber olan ve bunu kitabına taşıyan Prof. Uludağın “ Sufi Gözüyle Kadın” adlı kitabından alıntılar vardı . “Hak ve erenler ve Allah dostları” nın cinsel güç açısından “tam ve mükemmel erkekler” olduğunu vurgulamış saolsun.

Sn. Uludağ derhal rehabilite edilmeniz lazım, durum öyle böyle değil. Lakin yazıda bu icraatin diğer bir üyesi olan 14 yaşındaki şeyhin karısı ise ve bu duruma “maşallah” nidaları yükseltip gıptayla bakıyorsanız kuşkularım giderek artıp bir Hüseyin Üzmez vakası ile daha karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor bana. Kaldı ki hocam, körkütük inanıp konu edindiğiniz şeyhin saat mevhumu yok muydu? ya da geceler 12 saat daha mı uzundu? aydınlatılmak isterim. He eğer o da değilse sanırım sizin şeyhin cinsel gücü değil cinsel bir sorunu varmış ya da hepimiz birimiz birimiz hepimiz mantığı, müritlerinin desteği söz konusu olmuş olabilir mi? gördüğünüz gibi iş kendiliğinden bir çıkmaz ve sapıklık boyutunun doruk noktasına ulaşmıştır bile. Neticede opsiyonel bir durum. Tabii cinsel münasebeti öpüşme sanan bir zihniyetle de karşı karşıya olunması muhtemeldir.

Hadi varsayalım böle bir durum gerçekten mevzu bahis, işte o zaman kariyer seçiminde büyük yanlışlık yapan , kendisini tanımlayan ifadenin sonundaki “h” harfinin fazlalık olduğunu haddimiz olmadan iliştirmek isterim. Yanında bunu haber yapan gazetemize ve ilahiyat fakültesi eski öğretim üyelerinden Sn. uludağ’a saygı ve sevgilerimizi bizi sabah sabah böylesine mucizevi, öğrenilesi durumdan haberdar ettikleri için şükranlarımı sunarım.

2 Mayıs 2008 Cuma

GÜZELLİĞİN ON PARA ETMEZ ŞU BENDEKİ AŞK OLMASA



Şu sıralar bay x’e, taramadan bağladığım saçlarım, üzerime iki beden büyük gelen, sürekli çekiştirdiğim pijamam ve elimde tehditkâr biçimde tuttuğum bıçağımla açıyorum kapıyı. Bir telaş uzattığı yanağa kondurduğum öpücükle avutup, mutfağın yolunu tutuyorum. Keşke ben yemekleri hazırlarken ya da etrafı toparlarken “Aferin size bu kadar çalıştınız MAC ürünlerimiz ve makyaj bedava” diyen reklam kadınları dolansa evin içinde. Böylelikle kapı arkasında bekleyen eşlerin hayal kırıklıklarına bir son verilmiş olunurdu. Mecburiyetlerimi giderek sevmeye başlıyorum aslında, işten eve koşturarak gelip telefonda annemin kafasını “şimdi hangi malzeme atılacak? Ne kadar pişecek? Pişeceğini nasıl anlayacağım?” sorularıyla boğup binevi özlemimi de gidermek için bahane buluyorum. Evlilik zor mu? Evet zor. Ama abartılacak bi yanı da yok hani. Hayatınıza giren kişiyi değiştirmek gibi bir gaflet içindeyseniz durum farklılaşır elbette. İşler bitip elime çayımı ya da kahvemi aldığım, neden bu kadar uzadığını anlamadığım kitabımı okumaya devam ettiğimde mutluluğumun tarifi yok ohh. Sevgilimde yanımda, daha ne olsun.

Milan Kunderanın “Saka” adlı kitabı;
“…………
şu son yıllarda, kaç kez, her türden kadın beni kendini beğenmişlikle suçladı (salt onların duygularını yeterince yanıtlayamadığım için). Bu anlamsız bir şey. Ben kendini beğenmiş biri değilim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, ben bu yetişkin çağımda, bir kadınla gerçek bir ilişki kuramadığım, hiçbirini sevemediğim için yeterince üzgünüm.”

Yukarıda yer alan haberin konusuna şöyle bir göz attıysanız simaların durumunun izahı seninki benden karadan ileri gitmemekle beraber kadının kendine duyduğu özgüven karşısında önünde saygıyle eğilirim.

Minik; Tomaso Giovanni Albinoni dinleyerek kulaklarının pasını siliyor.

29 Nisan 2008 Salı

KİMLİKSİZ

Aklımda sadece yazmak varsa ve buna kalıp uydurmak zorunda hissetmiyorsam ya kendimi? Evet sadece yazmak istiyorum, egomu şişirmek, noktalama işaretlerinden bihaber olmak, yüzümü ekşiterek beğenmediğim yazıları buruşturmak istiyorum. Karasızım yazacaklarım hakkında, konularım aslında o kadar çok ki ve bir o kadar yavan.

Kendime bulduğum garip mahlaslarım olsun istiyorum. Ya da toptan kimliksiz olmak, okunan her satırda muktedir bir kimlikmiş havası yaratmak. Beyinlere giydirilmiş deli gömleklerini, öğretilerin her birini alabora eden ve bunu tek bir cümleyle başarabilen yazılar yazmak istiyorum.

İstemek ne kadar da kolay. İcraatın bu kadar da zor olmaması gerekir aslında. Şimdi her zaman yaptığımı yapıp tercih yollarımı sonradan okumakta zorlanacağım ve büyük ihtimalle de bir daha okuyamadan kayıp edeceğimi bildiğim A4 kâğıtların kenarlarına iliştireceğim. Ve bunlardan bir daha asla haberim olmayacak.

24 Nisan 2008 Perşembe

GEL VATANDAŞ GEEL!!

Şimdi benim her şeyi alttan almaya çalışan tarafım saf tarafım mı? Yoksa uğraşmaya üşenen tarafım mı...? İnsanların bir başkasına kapris yapma lüksünün olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Muzdarip olduğum bir durum karşısında sümüklü kızı oynayacağıma oturup konuşmayı ve sorunu halletmeyi, konuşma sonrasında benim için tatmin edici olsun, olmasın her şeyi unutmayı tercih ederim.

Yorucu, iç sıkıcı durumlar yaratıyoruz. Eyvallah! Peki, bunu don lastiği durumuna getirenlerde bizler değil miyiz? Tartışabilen, olaylara olgulukla bakabilen yanımız ne kadar da hırpalanmış. En yakınımız bile bir an da nasıl da en uzağımız oluvermiş. Sarf edilen cümleler nasılda almış başını gitmiş. Maşallah, maşallah!

10 Nisan 2008 Perşembe

AYNI SHOW BU HEP AYNI ....


"hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır...

"demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor..."

"şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait... bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın... seni seviyorum... deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..." * KÜRK MANTOLU MADONNA

Öğle yemeğine çıktık, az da olsa bahar havasını bünyelerimizde, (ağzımızı çalınmış bir bal misali) yer ettik ve bize sunulan kapalı jaluzi yanı masalarımıza gömüldük. Şimdi, saniyeleri 10dk. monitörün sağ tarafına 10dk. sol tarafına bakarak geçirmeye çalışıyoruz. Yeni başladığım işe de pek hayırlı gelmiş olmalıyım ki piyasa sizlere ömür. Kapıdan her çıkışında patronla göz göze gelip ne hikmetse onunda bildiği olmayan işleri yapıyormuş izlenimi yaratmanın verdiği yorgunluk beni sabahladığım işlerden daha çok yoruyor

Aynı odanın içinde müdürüm hatta öğrendiğim kadarıyla şirketin yarısına sahip, muhabbetin sadece “günaydın” ve “ çok yaşa” kısmında buluştuğumuz nadide insanla ömrümüzün ne kadar uzun süreli olacağını kara kara düşünüp duruyorum. Bu zat-ı muhteremle aynı odayı paylaşmamızın yanı sıra aynı işin belirli kısımlarını da paylaşıyoruz maalesef. Aslında benim için en zor olan kısmı ağzında bir dolu köpük yaparak ve gözlerini döndüre döndüre konuşarak anlamadığım bin türlü bilgisayar terimimi bi çırpıda yalayıp yutmamı istemesi. “Anlamıyorum yahu tane tane konuşsana, ayrıca nerde bu server” diye çemkiremediğiniz ve sizi salak sanmasın diye sürekli başınızı “evet” anlamında salladığınız kişiye ıkına sıkıla bir kez daha yinelemesini istersiniz, dikkatle bakıldığında ağız kenarında oluşan köpük sayısının arttığı ve bu gergin kişiliğin yinelemekten hiç hoşlanmamasından kaynaklı daha da anlaşılmaz sesler çıkardığını fark ettiğinizde artık çok geçtir ve siz köpükleri sayarken o cümlesini bitirmiştir bile. Bunun sonucunda elinizde saatlerce kendiliğinden düzelmesini beklediğiniz nur topu gibi bir işiniz olmuştur artık.

3 Nisan 2008 Perşembe

YOK BAŞLIK MAŞLIK

Eskidendi diye başlayan cümlelerle dolu ağzımız, zaman geçtikçe çoğalan, kâğıtlara yazılanlara gizli çekmeceler bulamadığımız, bol özlemli. Yaşandığı yıllarda o kadar da cezp edici olmayan. İnsan evladının kendisine uyguladığı en temiz işkencedir özlemek. İlk öpücüğü, aşkı, bayramları özlemenin verdiği temiz acı günden güne eklenen yeni yâd edilecek konularla gündemimizi meşgul ededursun yaşadığımız belki de en özlenilesi anları da alıp götürür bizlerden.

2 Nisan 2008 Çarşamba

ZEYTİNYAĞLI YİYEMEM AMAAAN BASMA DA FİSTAN GİYEMEM AMAN!

Şimdi yeni bi ev için ne gerekli? valla bana sorulacak olursa annemin evini komple alıp salonun ta orta yerine yerleştirmekte hiçbir sakınca yok,sadece biraz sıkışık olur o kadar. Meğer ne meşakatli , ne nankör bir şeymiş ev döşemek. Ara tara heh koltuğu buldun ama ölçü almamışsın hadii koş koş ölçü al eve gel geri dön sipariş ver bekle ki gelsin. Hadi geldi judi: abi bu benim istediğim kumaş değil ki yaaa!!
bılabıla: Yani abla biz bu kumaşıda çok satıyoruz, bu da güzel bi kumaş neticede
judi: ayy inanmıyorum, kenarlarda lake olucaktı bu basbayaa siyah yahu!!
bılabıla: abla şimdi olmuyo ama lake dediğinde bin tane renk var töbee töbeee!

Evet neymiş bundan sonra eve koltuk neyim almadan önce mobilya iskeleti kurslarına gitmek ağaçları ve mobilyayı tanımak gerekiyomuş. Yahu ne bilirim ben lakenin kaç rengi var söylesene be adam. Asıl dananın koptuğu yer ki ev döşeme zamanında o kuyruk sürekli ayak altında neyse ölçüsünü aldığınız mobilyalardan hiçbiri evin içine sizin ölçüsünü verdiğiniz ve cuk diye oturacak zannetiğiniz şekilde yerleşmez. Evinizde, ne zaman alındığını bilmediğiniz abuk subuk birbirleriyle alakası olmayan aksesuarlardan kurtulamayıp anca karşılarına geçip ağlarsınız. Tabi bu sırada zaman geçmiştir ve evin hala bi düzeni olmayıp olan eşyalarında oralarında buralarında yeni farkettiğiniz vuruklar oluşmuştur ya da zaten vardır siz uyuyosunuzdur. Çağırıpta muhattap bulamadığınız hatta bi iki arama sonrasında havluyu ıslatıp ıslatıp ense köküne vurmak istediğiniz ve genelde ne söylediğini anlamadığınız insanlar bulursunuz karşınızda.
Bay x ve ben yıllarca düşlediğimiz ev hayaline, bir sürü yayılarak izlenecek filme ve cipse sahibiz. İşten eve geldiğimde bay x’si, hatta evi zapt eden kablolarını, kumaşı bozuk koltuğu ne kadar çok sevdiğimi düşünüyorum. Ama yine de ev dekorasyonu mu? aman aman istemez kardeşim kalsııın...! Tabii birde bu konuda çok marifetli olanlar vardır efendim. Siz daha gelen çiçeği vazoya koymayı beceremezken, “ İşte şekerim şununla şunu birleştirdim bi de ucuna eskiciden aldığım zımbırtıyı taktım astım. Ayy valla gören bayılıyoo”. İştre o anda aklınıza gelen ilk şey kafasına bi odunla vurduğunuz zat-ı muhteremi güzelce bayıltıp etlerini çimdirmek ve tabii bu güzel şeyi kucaklayıp götürmek olur. Kendinize geldiğinizde yüzünüzde ki allah seni nasıl biliyosa öyle yapsın gülümseyişi kişiyi göklere çıkarırken sizde bi koşu eve gidip bulduğunuz abuk subuk eski şeyleri birleştirmeye çalışır olmayınca da...

Yok yahu o kadar da piskopat değilim, olmadı isteriz bize de yapsın. Yok yapmam derse işte o zaman bi daha düşünürüz.

1 Nisan 2008 Salı

YAZIKLAR OLSUUUN!

Hikmeti şu sıralar hafta sonlarının güzel geçmesinden midir bilmiyorum ama daha bi hızlı geçiyor bana çalışma saatleri. Yeni başladığım ve hala hazırda pekte kendini mensubu hissetmediğim bu küçük topluluğun rehavetini bol bol placebo dinleyerek atmaya çalışıyorum. Daha önce çalıştığım yoğun iş temposundan bayaaa bir uzakta olan bu çalışma ortamı bir taraftan bana derin bir “ohh” çektirirken diğer taraftan bir tasarımcı olarak bu rahatlığın, yavaşlığın beni nasıl da körelttiğini kara kara düşündürüyor.

İş yerinde çok da gülümseyebilen, patronuna olur olmadık şirinlik gösterileri yapabilen biri değilim ve bunu yapabilen arkadaşları da gösterdikleri bu büyük yalakalıktan ötürü tebrik ediyorum. Küçük işletmemizde bu tür faaliyetlerde bulunan bunu da gördüğüm en akla zarar biçimde sergileyen cücük beyinli ama dünya güzeli bir hatunumuz var ki kendisi öğle saatlerinde işe gelmesi ve bir paragraflık yazıları bile aylar sonra masamıza bırakması ile tanınır. Bundan iki gün öncesin de yazıp şirketteki herkese gönderdiği mevki talebi yazısını gözlerimi pörtlete pörtlete okuyarak ve sinirlerime hakim olmaya çalışarak okudum. Kızdığım şey onun bu isteği değil insanların nasıl da bu kadar yüzsüz olabildikleriydi. O kadar okumak senin neyine diye kızadurduğum şahsiyetimi bir kenara çekip tekme tokat girişmek istediğim zamanlardır bunları işittiğim zamanlar. Yazık bana ya, yazık bize ya….

26 Mart 2008 Çarşamba

CLOUDS

Elimin süsü kalem, sayfalarca yazıp çizebilirim. Ben bir dipte, kalem elimde. Dışarda konuşulanları, köpek havlamalarını ve yaramaz çocukları duymadan. Öyle, bi haber. Kendime geldiğimde farkederim çizdiğimi saat o kadar geçti mi?, ama az önce duydum gittiğini. Sen gidince de sever miyim kağıtlarımı bu kadar? ya da cümleleri dizmeyi?. Şimdi kontrolsüz güçlü, şimdi daha bir dalgın ellerim, hele gözlerim. Sen gitmesen diyorum, yanımda otursan, bahsetsen, bahsetsek.... Sonra yorulsa sözcükler, dursan öyle, sarılsan sıkıca, öyle, sussak.

20 Mart 2008 Perşembe

BEN DE BU DAĞLARIN NESİNE GELDİİİM!!


Senelerce bana istifra etmekten başka bir şeyi anımsatmayan araba ile yolculuk hadisesini minibüslerdeki dramatik şarkıları dinleyerek atlatmış, insan manzaralarının en müstesna hallerini hayranlık ve de şaşkınlıkla izleyip keyiflerin en şahanesini bünyesine hapsetmiş biri olarak minibüsler trafiğe çıkmasın diyorum. Ya da minibüs sürücülerine birinin kollarının sinyal lambası olmadığını, yolların sadece kendilerine ait değil de arada sırada da olsa başkalarının da buraları kullanabilme haklarının olduğunu, şayet onlara yol verilmezse ağızlarını doldura doldura küfür yağdırmamalarını, söylemesi gerek.

Aslında minibüs yolculuklarını çok seven ben nedense, arabanın içinde minibüslerle karşı karşıya geldiğimde korkumu bir türlü yenemiyorum ama eğer bir minibüsle yolculuk yapıyorsam ve biri yolu zabtettiği için arkadan kornaya abanmışsa kesinlikle suç diğer tarafındır. Bizi eve götürmek için küçük manevralar yapan masum şoför’e önce arkada ki korna sonra sert bir fren ve tabii genelde önlerde oturmaya bayılıp, gözüne sokacak kadar yaklaştırdığınız parayı görmezden gelen tombul teyzenin çığlığı eşlik eder. Kibariye ablamızın annesi edasıyla, “Şöfer bey, biraz yavaş olun, insan var burdaaa, ayyy” gibi abuk bir telafuzun ardından uzayan geyik, şoför’ün “daha frene basmadık bağırıyorsunuz, anadın mı?” şeklindeki konuşması ile biz diğer yolcuların koltuklarına gömülmesinde bir rol oynuyor elbette. Çok kızıyorum onlara evet ama gelin görün ki minibüs’te herkese oturacak yumuşacık koltuklar, öne doğru parayı yılmadan uzatan bir amca ve fonda Ferdi Tayfur’un meleşen kuzuları varsa işte o zaman kendimi Çiçek Abbas’ın minibüsünde gibi hissediyorum. Şakir’in yol üstünde beklediğini hatta minibüste parayı toplayan bir muavinin olduğunu bile düşünüp kısa yolculuğumun keyfini harmanlayan, hayatını yandakine teşhir eden, yazılsa roman olur dediğim garip hikâyelere de istemeden kulak misafiri oluyorum.

Hayatımızdan hiç çıkmayacağınızı bildiğim saygıdeğer minibüsçü amcalara son bir anekdot’umda şudur ki, sizi görüyoruz, valla, selektör yaparak aynı anda sürekli kornaya basmasanız da olur hani.



14 Mart 2008 Cuma

OYY OYY EMİNEMM


Hep zayıftım ve sanırım hep de öyle kalacağım. Özellikle tombul şahsiyetlerden, ağız bükülerek söylenen “ay çok zayıf” ya da göbekleri hoplatarak gülüşmelerle, anneme, “taş bağla şekerim, uçar bu rüzgâr’da” laflarını sıkça işittiğim kabus dönemi. Duyduğum sıkıcı yinelemelerin ardından biraz daha dolgun görünür umuduyla giydiğim 3-5 tayt üstü çorap bile beni, Amy Winehouse  görüntüsünden kurtaramamış üstüne üstlük taytın bileklerde bitmesi büyük ihtimalle çevrede sakat izlenimi yaratmamı sağlamıştır. Annemin arada attığı, beslenmesi gereken Afrikalı çocuk bakışı ve ardından yine itina ile ağız bükülerek söylenen “ye biraz, kuş kadar kalmışsın” sözleri, artık benim için sadece eğlencelik muhabbetler  olmaktan ibarettir.

Ergenlik dönemine girdiğim, zayıf olmanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu idrakine varamadığım bir zaman da ince bacakları, minik suratı ve sevimli aksanıyla, Audrey Helpburn ile tanıştım ve o andan itibaren zayıflığın aslında bazılarımıza nasıl da yakıştığını fark ettim. Her ne kadar bir audrey olamasak da. Tabii Seda ablamızın eğitim içerikli programına çıkarttığı 19 kiloluk arkadaşlardan biri olmamamda da yarar var.

FATALİZM

Klasik müziğin insanlarda uyandırdığı muhtelif hisleri ve uzunca süre dinlenildikten sonra insanda bıraktığı derin kederi ve sıkıntıyı bilmek, yine de özellikle dinlemeye tahammülü olmayan insanların yanında dinleme arzumun idrak-ı zor durumlara ulaşması benim müdahil olamadığım bir durum sanıyorum. Hele ki dinlenesi ve de izlenesi sesiyle insanın damarlarına işleyen bir Emma Shapplinimiz var ki takdir-i şayan. Shapplin memur bir annenin yine memur olması için zorlanan, müzik hocası tarafından zorla şarkı söylemeye ikna edilen, ufkunun taa bilmem nerelere ulaştığı genç güzel mahlukat.

İnsanların kaderlerini belirleyen, etkili bir şahsiyetin beni de yetenekli olduğum alanlara çekmesini dileye durayım, annemin istikrarlı, zoraki isteğiyle girmiş olduğum resim bölümü, beni güzel sanatlar sınavına sokacak kadar ileriye götürmüş ve bulunduğum noktaya nazikçe fırlatmıştır. Kendi acizliklerini gizli tutup, ebevynlerini suçlayan insancıklar arasında olmayı kendi şahsına pek de yakıştıramayan ben, bulunduğu noktadan memnuyet duyarak, yapmak isteyip de yapamadığım sanat icraatlerime uzakdan el sallamayı yeğliyorum. Lakin ailelerin doğurma, büyütme, okutma yanı sıra bir de "al evladım bunu çalmayı dene, olmadıysa birde dans etsene" gibi görevleri yapma zorunlulukları olduğunu güden biri değilim. İlerde olacak çocuklarımın da aynı duygular içerisinde olmasını temenni ederim.

Enough

Küçükken kekelemeye özenen ve her defasında annesinin kalbine indiren, deli gibi koşup oynayan ama annesi camdan baktı, bi de kardeş yaptı diye sakatlayarak yürüyen, Fındıkçı amcanın dükkanından geçerken, annesi fındık almadı diye kendini yere atıp, kolum kırıldı diye feryat eden, bütün gece annesini korkutup, babası eve sakız ve topla gelince iki kolunu birden açıp ablasına hiç birini kaptırmayan psikopat bir çocuklukdan sonra uslu olmanın vakti gelmiştir diye düşündüm.

13 Mart 2008 Perşembe

YERLİ MALI YURDUN MALI

Yerli malı haftasının okullara gelmesiyle beraber hünerli anneler çocuklarının gururunu okşamak istercesine, yiyecekleri itişe kakışa masalara self servis ayarında dizerken, biz kafamızda, önümüzü görmeye engel, büyük, beyaz kurdelelerimiz ve evimizde hiç yapılmamışçasına kedi-ciğer ilişkisi içerisinde olduğumuz masalara bakıp iç geçirirdik. Minik göbeğimin beni ızdrap içinde inletmesini bekleyene kadar bütün yapılan maydanoz eklenenler harici yiyeceklerin tadına bakarken, bir taraftan da geç kalan annemin ne getireceği ve nezaman getireceği merakını da aklımdan çıkaramıyordum. Annemin yiyeceği geç getirmesinden kaynaklı, nispeten çekimser yanım elinde, sevilesi ve de yenilesi güzel böreğiyle çoşkuya ve gurura dönüşüyor ve yemeklere bir adım daha yaklaştırıyordu beni.

“Biz küçükken” diye başlayan ve şu blogger alemini kasıp kavuran öykülerle başlamak ve tabii gerisini de getirmek boynumuzun borcudur efenim. İnsan hangi yaşa gelirse gelsin en güzel anılarını geçirdiği zamanların hep geride kaldığını düşünür ve nedense hiçbir saftirik halini anımsamaz. Şahsen bir harry potter efendime söyliyeyim bir  richi rich olamadım tabi ama en az onların ki kadar zengin ve yaratıcı düşlere sahip oldum. Şimdi bu anıları paylaşarak, dört köşenin tadına varmak niyetindetim.